Etiket arşivi: Erhan Uludağ

KARİYE CAMİİ

İstanbul’da XV. yüzyıl sonunda kiliseden çevrilmiş cami.

Müellif: SEMAVİ EYİCE

Edirnekapı’nın Haliç’e bakan yamacında bulunan mâbed, Bizans döneminin önemli manastırlarından Khora’nın Îsâ’ya adanmış kilisesidir. Tarihçesi ve ilk yapısı hakkında birçok bilgi olmakla beraber bunlardan büyük bir kısmı tarihî gerçeklerle uyuşmamaktadır. Khora kelime olarak bir yerleşim yerinin dışını, taşrayı ifade etmektedir. Türkçe’de “köy” anlamındaki karyeden gelen kariye de bir bakıma bunun tercümesidir. IV. yüzyıl başlarında Konstantinos tarafından yaptırılan surların dışında kaldığından manastıra bu adın verildiği ileri sürülürse de bu görüş pek inandırıcı değildir. Fakat kilisenin içinde Îsâ ve Meryem’i tasvir eden mozaiklerde her ikisinin de adları ile birlikte Khora kelimesinin yazılmış olması bunun mistik bir anlamı olduğunu gösterir. Bazı eski filozofların Tanrı’nın sınırsızlığını ifade eden tarifleri Geç Bizans devrinde Îsâ ile Meryem’e de yakıştırılmıştır. Böylece Khora sıfatı her türlü çerçeveyi aşan bir âlemi belirtmektedir.

Öteden beri Khora Manastırı ve Kilisesi’ni İmparator Iustinianos’un VI. yüzyıl içinde kurduğu ileri sürülürse de IX. yüzyıla doğru yazıldığı bilinen bir kaynakta anlatılan bu kuruluş efsanesi gerçeğe uymaz. Manastır ilk defa, 742 yıllarında isyan edip kendisini imparator ilân eden bir valinin çocukları ile birlikte buraya kapatılması dolayısıyla zikredilir. Bundan sonra XI. yüzyıl sonlarında imparator olan I. Aleksios Komnenos’un kayınvâlidesi Maria Dukaina tarafından, o tarihlerde harabeye dönmüş olan yapıların restorasyonu ile kilisenin eskisine nazaran daha değişik bir mimaride yeniden inşası dolayısıyla ikinci defa anılır. Bugünkü binanın esasını teşkil ettiği sanılan bu kilise “Soteros” yani kurtarıcı Îsâ’ya adanmıştı. Fakat ardından yine tamir gerektiren binayı Aleksios’un küçük oğlu Isaakios Komnenos ihya ederek iç holünde kendisi için bir mezar yeri hazırlatmış ve buranın duvarında mozaik Îsâ tasvirinin bir köşesinde kendi portresini yaptırmıştır. Buna göre kilisenin bu orta kısmının XII. yüzyıla ait olduğu söylenebilir. IV. Haçlı Seferi sırasında (1204-1261) tekrar harap olan mâbedin Bizans İmparatorluğu ihya edildiğinde saray ileri gelenlerinden Theodoros Metokhites tarafından çok büyük ölçüde tamir ettirilip genişletilerek 1321’de tamamlandığı bilinmektedir. Bu sırada binanın güney tarafına bir ek şapelle batı cephesi önüne bir dış hol eklendiği gibi içi mozaikler ve fresko resimlerle bezenmiş, ayrıca Metokhites’in mozaik portresi iç kapının üstündeki Îsâ tasvirinin ayakları dibine yerleştirilmiştir. Theodoros’un manastıra komşu bir sarayı olduğu gibi bu dinî tesisin içinde de dostlarıyla ilmî konuşmalar yaptığı bir dairesi vardı. Palailogos sülâlesinden ve ileri gelenlerden birçok kişinin gömüldüğü manastır İstanbul’un fethine kadar kullanılmıştır. Kuşatma sırasında şehrin koruyucusu olduğu kabul edilen ve öteden beri Sarayburnu’nda bir manastırda muhafaza edilen Meryem ikonası surlara yakın olduğu için buraya getirilmiştir.

Fetihte ilk ele geçirilen yapılardan olan Khora Manastırı bir süre boş kalmış, şehrin içindeki bazı kilise ve harabeler bilhassa II. Bayezid döneminde camiye dönüştürüldüğünde Sadrazam Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrilmiştir. Nitekim 953 (1546) tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri’nde “Kenîse (kilise) Camii” adıyla zikredilen mâbedin paşanın Çemberlitaş’taki evkafına bağlı olduğu kayıtlıdır. Türk döneminde Kahriye Camii olarak da adlandırılmıştır. İstanbul’daki sahâbe mezarlarından Ebû Saîd el-Hudrî’nin makam-kabrinin de burada olduğu kabul edilmektedir. Mimar Sinan’ın eserlerinin adlarını bildiren listelerden Tezkiretü’l-bünyân ve Tezkiretü’l-ebniye’den Mimar Sinan’ın Kariye Camii’ne yakın bir medrese inşa etmiş olduğu öğrenilmektedir. İstanbul medreseleri hakkında 20 Ağustos 1330’da (2 Eylül 1914) yazılan bir raporda, dört odalı ahşap bir yapı olan Kariye Medresesi’nin son derece harap bir durumda olduğu belirtilmektedir. Anlaşıldığına göre bu yıllarda medrese küçültülmüş ve daha sonra tamamen ortadan kaldırılmıştır. İstanbul’da tarihî binalara büyük zarar veren şiddetli depremlerden bahseden ve 1059 (1648) yılına ait olduğu kabul edilen bir belgeye göre (TSMA, nr. D. 9567) Kariye Camii XVII. yüzyıl ortasında oldukça hasar görmüştür. Öncekinden daha şiddetli olan ve camide önemli izler bırakan 1180 (1766) yılı depreminin hemen arkasından cami Mimar İsmâil Halîfe tarafından onarılmıştır.

Fetihten sonra Kariye Camii’ni gören yabancı seyyahların başında Fransız Albili Pierre Gilles bulunmaktadır. 1544-1550 yılları arasında Osmanlı topraklarında yaşayan, İstanbul ve çevresiyle ilgili incelemeler yapan Gilles, Konstantinos Sarayı (Tekfur Sarayı) ile Edirnekapı arasında bir yerde gördüğü kiliseden adını vermeksizin bahseder. Yine XVI. yüzyıl içinde Avusturya elçiliği papazı Stephan Gerlach da burayı ziyaret ederek caminin yanında bir medrese ile içinde ip bükenlerin çalıştığı kuru bir sarnıç bulunduğunu kaydetmiştir. Gilles gibi o da üç tarafında revaklar olan binanın içinin mozaik ve freskolarla süslenmiş olduğunu bildirir. Bu seyyahın bahsettiği kuru sarnıç, Karagümrük açıksu haznesinin (Vefa Stadyumu) arka tarafında Kasım Ağa Mescidi’nin yanında XIX. yüzyıl sonlarına kadar içinde ip bükenlerin çalıştığı yapı değilse Kariye Camii yakınında aynı iş için kullanılan ve bugün hiçbir izi kalmayan başka bir sarnıcın olması gerekir. Evliya Çelebi, XVII. yüzyılda Kariye Camii’nden onun “evvelce bir sanatlı kilise” olduğu şeklindeki tek cümle ile bahsederek herhalde içindeki zengin mozaik süslemelere işaret etmiştir. İstanbul’u dolaşan bazı yabancıların, seyahatnâmelerinde caminin içinde mozaikle işlenmiş resimler gördüklerini yazmalarından buradaki duvar resimlerinin bir kısmının üstlerinin açık olduğu anlaşılır. Nitekim tarihçi Joseph von Hammer-Purgstall, 1822’de basılan İstanbul’a dair kitabında bunların varlığından bahseder. İstanbul patriklerinden Konstantinos da Rumca’sı 1824’te, Fransızca’sı 1846’da basılan İstanbul hakkındaki kitabında yapıdaki mozaik süslemelerin varlığına işaret etmiştir. Fransız mimar ve seyyahı Charles Texier 1835’e doğru caminin ilk defa planını çizmek üzere ölçülerini almış, fakat bu kroki ve notları yayımlamamıştır. Aynı yıllara doğru A. Lenoir, Kariye’nin batı cephesinin bir rölövesini çizmiş ve 1840’ta bir kitapta neşretmiştir. Bunun en ilgi çekici tarafı, bu cephedeki kemerlerin üstlerinin dalgalı bir mahya hattına sahip olmasıdır. XIX. yüzyılın ikinci yarısı başlarında çekilen bir fotoğrafta da bu durum açık şekilde görülür.

Kariye Camii, 1875’te İstanbullu Rumlar’dan P. Kuppas tarafından yürütüldüğü söylenen bir onarım geçirmiştir. Nitekim Fransız mimarlık tarihçisi A. Choisy, 28 Eylül 1875’te ziyaret ettiği Kariye Camii’nin o sırada tamir edildiğini yazar. Bu onarımda batı cephesinin dışındaki kemerlerin üstleri düz bir mahya hattıyla kesilmiştir. Onarımdan önce çekilmiş bir fotoğrafla D. Galanakis adında bir ressamın çizdiği resim litografya olarak A. G. Paspatis’in 1877’de yayımlanan eserinde Khora Kilisesi’nin Bizans dönemindeki tarihçesiyle beraber basılmıştır. Aynı yıllarda Avusturyalı mimar D. Pulgher, İstanbul’daki Bizans kiliselerinin rölövelerinin yer aldığı büyük bir albüm halindeki kitabında Kariye Camii’nin pek gerçeğe uymayan planı ve cephe etütleriyle birlikte içindeki mozaik ve freskoların bir kısmının kopyalarını da neşretmiştir. Ayrıca 1886’da duvar resimlerinin bir de katalogu bastırılmıştır. İstanbul’da büyük zararlar veren 1894 depreminde Kariye Camii’nin bazı kısımları yine harap olmuş, hatta minaresi de yıkılmıştır. Ancak az sonra yeniden tamir edilen mâbedi, II. Abdülhamid döneminde İstanbul’a gelen Alman İmparatoru Kaiser II. Wilhelm ziyaret etmiştir. Alman mimar A. Rüdell, binanın rölövelerini büyük boyda bir kitap halinde 1908’de yayımlamış, Alexander van Millingen de büyük eserinde görülebilen duvar resimlerinin açıklamalı bir listesine yer vermiştir. Ayrıca İstanbul’daki Rus Arkeoloji Enstitüsü üyelerinden F. I. Schmit, Kariye Camii ve mozaikleri hakkında büyük bir eser neşretmiştir. İstanbul tarihi ve eski eserleri hakkında pek çok araştırması olan İhtifalci Mehmed Ziyâ 1910’da resimli bir kitapta bunları tanıtmıştır.

Ayasofya’da 1932’den beri mozaik araştırmaları yapan Thomas Whittemore başkanlığındaki Amerikan Bizans Enstitüsü 1948’de Kariye Camii’nde de çalışmalara girişti. O yıla kadar namaza açık olan cami vakıflardan alınarak müzeler dairesine bağlandı. Açıkta olan mozaikler temizlendiği gibi üstleri ince bir badana tabakasıyla örtülü olan güney tarafındaki ek kilisenin freskolarının meydana çıkarılmasına da başlandı. 1950’de Whittemore’un ölümü üzerine çalışmalar, merkezi Washington’da bulunan Dumbarton Oaks Bizans Araştırmaları Enstitüsü tarafından Paul Underwood’un başkanlığında bütünüyle yabancılardan oluşan bir ekiple sürdürüldü. Ousterhout’un hazırladığı, Kariye Camii’nin genel mimarisine dair monografya 1987’de yayımlandı. Binanın içindeki duvar resimlerinin tamamı ise dört büyük cilt halinde ayrıca basıldı. Bundan sonra Kariye tekrar cami haline dönüştürülmemiştir. Bu tarihî eserin 450 yıldan beri cami olarak kullanıldığı düşünülmeksizin içindeki bütün teberrükât eşyası kaldırılmış, ahşap minber Zeyrek Kilise Camii’ne taşınıp buranın orta bölümüne konulmuştur. Bizans Enstitüsü, binayı restore ettikten ve mimari bakımdan etraflı bir incelemesini yaptıktan sonra Kariye Camii Ayasofya Müzesi Müdürlüğü’ne bağlı olarak ziyarete açılmıştır. Semavi Eyice tarafından Kariye Camii’ne dair bol resimli bir monografya 1997 yılında İngilizce, Fransızca ve Almanca olarak yayımlanmıştır.

Bugün mevcut yapıda mimari bakımdan çeşitli dönemlere işaret eden değişik duvar örgülerine rastlanmakla beraber binanın ana mekânı dört ağır pâyeye oturan dört kemerden meydana gelmiş, ortasında kubbe bulunan kiborion biçimindedir. XI. yüzyıla, yani Komnenoslar dönemine ait olduğu anlaşılan bu ana mekânın batı tarafındaki giriş holü de (narteks) Aleksios Komnenos’un oğlu Isaakios tarafından yenilenen kiliseye ait olmalıdır. Bu ana mekânın apsis kısmının iki yanındaki kubbeli ve apsisli küçük mekânların da bu döneme ait olması gerekir. XIV. yüzyıl başlarında bina Metokhites tarafından ihya edilirken ana mekânın sağ (güney) cephesine bitişik olarak yapılan ek ince uzun tek nefli bir şapel karakterindedir. Aynı zamanda batı tarafına bir dış hol eklenmiştir. Binayı iki taraftan saran bu eklerin dış cepheleri kör kemerlerle hareketlendirilmiştir. Yapının güney-batı köşesindeki çıkıntının aslında çan kulesinin kaidesi olduğu ileri sürülür. Kilise camiye dönüştürüldükten sonra içinde merdiven olan bu çıkıntı minarenin kürsüsü olmuştur. Burada dikkati çeken bir özellik, minare gövdesine yakın kısımdaki kemerlerin Türk mimarisindeki kaş kemerler biçiminde oluşudur. Fakat bunların Bizans yapımı olduğu içlerinde tuğladan yapılmış, Metokhites’in adını veren monogramlardan anlaşılmaktadır. Gerek güneydeki ek şapelde gerekse batıdaki dış holde mevcut çok sayıdaki nişin son Bizans döneminin bazı ünlülerinin mezar yerleri olduğu tesbit edilmiştir. Bu ek şapelin altında üzeri beşik tonozlarla örtülü yüksek bir bodrum vardır. Bizans devrinde binanın doğu tarafında arazi meyilli olduğundan apsis çıkıntısı büyük bir kemerle desteklenmiştir. Yapının içinde ayrıca Bizans mermer işçiliğinin güzel bazı örnekleriyle de karşılaşılmaktadır. Kariye Camii’ne Türk devrinde önemli bir mimari ekleme yapılmamıştır ve bir harim avlusu olmadığı gibi bir şadırvanı da yoktur. Bugün görülen minare 1894 zelzelesinden sonra inşa edilmiş olup bir sanat değerine sahip değildir. Binanın bir vakitler cami olduğuna işaret eden tek unsur mihrap da geç bir döneme ait olup sanat değeri yoktur.
BİBLİYOGRAFYA

TSMA, nr. D. 9567.

İstanbul Vakıfları Tahrir Defteri 953 (1546), s. 424.

Ayvansarâyî, Hadîkatü’l-cevâmi‘, I, 159; a.e.: Camilerimiz Ansiklopedisi: Hadîkatü’l-cevâmi‘ (haz. İhsan Erzi), İstanbul 1987, I, 218-219.

J. von Hammer-Purgstall, Constantinopolis und der Bosporos, Pesth 1822, I, 383-384.

A. G. Paspatis, Byzantinai Meletai, İstanbul 1877, s. 326-332.

a.mlf., “Recherches sur les églises byzantines transformées en mosquées”, l’Universrevue orientale, sy. 5, İstanbul 1875, s. 288-289.

D. Pulgher, Les anciennes églises byzantines de Constantinople, Vienne 1878, s. 31-40.

J. P. Richter, Quellen der byzantinischen Kunstgeschichte, Wien 1892, s. 162, 195-197, 247.

A. Mordtmann, Esquisse topographique de Constantinople, Lille 1892, s. 76.

Ph. Forchheimer – J. Strzygowski, Die byzantinischen Wasserbehälter von Konstantinopel, Wien 1893, s. 107, nr. 35.

F. I. Schmit, “Kakhriedzami”, Izvestija Russkogo Arkheologiceskogo Instituto v Konstantinopole XI, Sofia-München 1906, I-II.

İhtifalci Mehmed Ziyâ, Kariye Câmi-i Şerîfi, İstanbul 1326.

A. Rüdell, Die Kahrie-Djamissi in Konstantinopel, Ein Kleinod byzantinischer Kunst, Berlin 1908.

A. van Millingen, Byzantine Churches in Constantinople, Their History and Architecture, London 1912, s. 288 vd.

J. Ebersolt, Monuments d’architecture byzantine, Paris 1934, s. 51-161.

A. M. Schneider, Byzanz: Vorarbeiten zur Topographie und Archäologie der Stadt, Berlin 1936, s. 57-58.

Gökbilgin, Edirne ve Paşa Livâsı, s. 394-403.

A. Süheyl Ünver, İstanbulda Sahâbe Kabirleri, İstanbul 1953.

Aziz Ogan – Vl. Mirmiroğlu, Kariye Cami, Eski Hora Manastırı, Ankara 1955.

P. G. İnciciyan, XVIII. Asırda İstanbul (trc. H. D. Andreasyan), İstanbul 1956, s. 48.

R. Janin, La gèographie eclèsiastique de l’Empire byzantin, I- Le siège de Constantinople et de patriarcat œcuménique, II. Les églises et les monastères, Paris 1969, s. 531-538.

T. F. Mathews, The Byzantine Churches of Istanbul: A Photographic Survey, Pennsylvania 1976, s. 40-58.

W. Müller-Wiener, Bildlexikon zur Topographie Istanbuls, Tübingen 1977, s. 159-163; a.e.: İstanbul’un Tarihsel Topografyası (trc. Ülker Sayın), İstanbul 2001, s. 159-163.

Çelik Gülersoy, Kariye (Chora), İstanbul 1980.

a.mlf., “Kariye”, Arkeoloji ve Sanat, I/1, İstanbul 1978, s. 13-16; I/2, s. 18-22; III/3, s. 17-22.

Semavi Eyice, Son Devir Bizans Mimârisi, İstanbul 1980, s. 46-51.

a.mlf., Kariye Mosque Church of Chora Manastery, İstanbul 1997.

Aptullah Kuran, Mimar Sinan, İstanbul 1986, s. 342.

R. G. Ousterhout, The Architecture of the Kariye Camii in Istanbul, Washington 1987.

a.mlf., “A Sixteenth-Century Visitor to the Chora”, Dumbarton Oaks Papers, sy. 39, Washington 1985, s. 118-124.

Şevket Gürel, İstanbul Evliyaları ve Fetih Şehidleri, İstanbul 1988, s. 49-52.

Fâtih Câmileri ve Diğer Târihî Eserler (haz. Fatih Müftülüğü), İstanbul 1991, s. 142-143.

Mübahat S. Kütükoğlu, XX. Asra Erişen İstanbul Medreseleri, Ankara 2000, s. 253.

a.mlf., “Dârü’l-hilâfeti’l-‘aliyye Medresesi ve Kuruluşu Arefesinde İstanbul Medreseleri”, İTED, VII/1-2 (1978), s. 136.

Zarif Orgun, “Hassa Mimarları”, Arkitekt, VIII/12, İstanbul 1939, s. 333-342.

Bu madde TDV İslâm Ansiklopedisi’nin 2001 yılında İstanbul’da basılan 24. cildinde, 495-498 numaralı sayfalarda yer almıştır. Matbu nüshayı pdf dosyası olarak indirmek için tıklayınız.

Kariye Camii – Fatih / İstanbul

Kariye Camii’nin planı

XIX. yüzyılda Galanakis tarafından çizilen resmi (Paspatis, s. 327)

Kariye Camii’nin ana mekânından bir görünüş

Kariye Camii’nin ana mekânının güney cephesine bitişik olarak yapılan ek şapelin içinden bir görünüş

KAYNAK: KARİYE CAMİİ – TDV İslâm Ansiklopedisi (islamansiklopedisi.org.tr)

Interview with Robert G. Ousterhout: The Preservation and Reconversion of Kariye Camii

A church-museum exemplifying the greatest flowering of late Byzantine art becomes a mosque

Kariye Camii, mosaic of Christ, above the main entrance, photo by Robert G. Ousterhout.

Kate Fitz Gibbon with Robert G. Ousterhout – September 27, 2020

Kariye Camii, from the east, photo by Robert G. Ousterhout.

Robert G. Ousterhout is Professor Emeritus in the History of Art at the University of Pennsylvania. He is the author or co-author of 21 books on the art and architecture of the Byzantine world and contributed to over 70 more. Dr. Ousterhout’s fieldwork has concentrated on Byzantine architecture, monumental art, and urbanism in Constantinople, Thrace, Cappadocia, and Jerusalem. His most recent decade of work in Cappadocia resulted in Visualizing Community: Art, Material Culture, and Settlement in Byzantine Cappadocia, a critical reassessment of the story and historiography of Byzantine Cappadocia.  Since 2011 he has co-directed the “Cappadocia in Context” graduate seminar, an international summer field school for Koç University. A list of selected publications is appended below.[i] Dr. Ousterhout spoke to Kate Fitz Gibbon of Cultural Property News on September 15, 2020.  Dr. Ousterhout discussed the government of Turkey’s recent announcement of the re-conversion of the Kariye Camii, also known as the Chora Monastery, in Istanbul, the finest example of late Byzantine art, to a mosque. See also Dr. Ousterhout’s letter, ‘Istanbul’s Last Church-Mosque-Museum.’

Interview

Q: Have you heard of any changes at Kariye Camii since this announcement?

RO: I have not. There is a very serious restoration campaign going on in the Kariye right now by a Turkish team from the central conservation laboratory. Half of the building is closed and filled with scaffolding. I was able to meet the conservators last March, and to examine the work that they were doing, and I have to say that what they were doing is really top-notch work. They are doing photometric documentation of everything before they intervene. I was really impressed. I’ve heard nothing since, although news photos show a wooden mimbar (pulpit) has been introduced, and carpeting is being brought in. The sad fact is, Turkey being the way it is, it is difficult to get even my good friends to respond at any length about what is going on now, so I do not know the state of the work at this point.

When I was there in March, no one expected this court decision to be acted upon. No one expected that the Kariye would be converted into a mosque again. This came as a real surprise, for a variety of reasons, even after Hagia Sofia. Hagia Sophia was predictable – this was definitely not predictable.

Q: Were the conservators aware that conversion was imminent?

Professor Robert G. Ousterhout September 15, 2020.

RO: We discussed it only very briefly, and their attitude, as that of those of my academic friends there was – they simply didn’t believe it was going to happen. They felt that this did not quite fit the profile of Hagia Sophia, as a building that would make sense to be re-opened as a mosque.

The building did actually function as a mosque, for several hundred years, but it was a small mosque, always, off the beaten track, and much of the building was closed. One of the reasons I kept this slide behind me is because it shows the naos or nave, the main part of the building, had been used as a mosque, and just over my shoulder you can see the mihrab, the prayer niche that redirects the interior toward Mecca. That mihrab was actually made of marbles that were spoliated from the building when it was converted into a mosque, probably in the early sixteenth century.

Q: What changes did the building experience in the process of transformation?

RO: The city fell to the Ottoman Turks in 1453. This building is out by the walls of the city, so it was one of the first Christian sanctuaries that was plundered by the Ottomans as they came into the city. But the big prize was Hagia Sophia, and that was way down on the other end of the city, in a part of the historic peninsula. This is a building that, with the exception of a short period in the fourteenth century, is in the middle of nowhere. It was not close to the center of action. In the fourteenth century the main imperial residence was in this part of the city, which is why we see this period of development in the early fourteenth century, at the Kariye and other sites in the same area. It was an important area in the early fourteenth century, not before, and not after.

Kariye Camii, Birth of the Virgin Mosaic, Istanbul, Turkey – Entire scene, photo 1952, Byzantine Institute and Dumbarton Oaks fieldwork records and papers, Dumbarton Oaks, Trustees for Harvard University, Washington, DC, Creative Commons CC0 1.0 Universal Public Domain Dedication.

In the Ottoman period, it was way, way, off the beaten track, and to a certain extent, that is why the building survived in such good condition. The building was converted to a mosque. The naos only seems to have been used as a mosque at first. Behind me you can see icons of Christ and the Virgin Mary which were covered up. There was also an icon over the main entrance of the Dormition of the Virgin Mary, which was also covered up, and everything else seems to have been removed. We should expect a large image of the Virgin Mary in the apse (directly above my head), and a variety of scenes from the life of Christ decorating the walls of the church, but these were removed when it was converted to a mosque. We know that elsewhere in the building there is a big funeral chapel, to the side, that is filled with an incredible program of frescoes. This, we know, was only gradually covered. We have this text from the late sixteenth century – a German ambassador visits the site and describes it in detail. So, we know that the building was accessible at that time, and he notes only a few instances of the images which were close to the floor level that had been defaced at that time.

At some time in its history, the funeral chapel was also converted for mosque use, and was whitewashed. The figures in the frescoes were painted over and then a coat of whitewash went over the whole thing. That was removed in the 1950s during the Dumbarton Oaks Field Committee’s restoration campaign. I am old enough that when I began working on the building I could become friends with several of the people who had worked on that campaign in the 1950s, and get first-hand accounts of the work that was carried out at that time. It was incredibly exciting – to see these things uncovered for the first time must have been just incredible. They were really charmed by the whole thing. Istanbul is a modern megalopolis these days, but in the 1950s it was still wild and woolly, and a big adventure for everyone involved in the process.

Q:  What about the 1947 activities of the Byzantine Institute of America and the role of Dumbarton Oaks Field Committee in cleaning and restoring the Kariye Camii between 1947 and 1960?

RO: That restoration campaign, begun by the Byzantine Institute of America, which was a private organization, and then continued by Dumbarton Oaks, produced an incredible amount of documentation. The field work and photographic archives of Dumbarton Oaks in Washington, D.C., are where the best documentation of the building is kept. The documentation that I have come across I have turned over to Dumbarton Oaks. They took an incredible set of photographs in the 1950s when everything was pristine, just cleaned, just uncovered.

Q: Where are those available?

Kariye Caii, Interior of the naos, looking east, photo by Robert G. Ousterhout.

RO: I know that Dumbarton Oaks has been in the process of making their field work archives available online. I don’t know how much of them is available online, but there is a lot of material there, more than the casual scholar would want, more than they could possibly ever digitize. It’s a wealth of documentation, which means that whatever happens we have a great account of the building.

Q: The ones I have seen were not in color.

RO: Yes, the best photographs were black and white. The 1950s was not a great era for color photography. A lot of their best color photographs have discolored, turned purple and pink. I have gone through some of them and tried to adjust the color, to get it back to something like the original. We also have a set of Kodachrome slides that they took at the same time that are actually pretty accurate in their color. So there is good documentation for the building and for the artwork in the building, and Dumbarton Oaks is the repository for it.

Q: Is the Turkish group that is doing documentation now doing sophisticated digital photography?

RO: What they are doing is scanning it, so that in effect a three-dimensional model of the building could be recreated if necessary. They are also scanning it before they do any interventions, so that the status of the mosaics or wall paintings will be documented before any intervention is done.

Q: How do you compare that to the real thing?

Kariye Camii, Presentation of the Virgin in the Temple Mosaic, Istanbul, Turkey – East half of scene, photo 1955, Byzantine Institute and Dumbarton Oaks fieldwork records and papers, Dumbarton Oaks, Trustees for Harvard University, Washington, DC Creative Commons CC0 1.0 Universal Public Domain Dedication.

RO: There is a certain tactility that you experience when you see these things in person, whether or not you are allowed to touch them. We had a very funny experience several years ago when we organized an exhibit on the restoration of the building in the 1950s and looked at how the process of documentation was done then, and how it might be done differently now. What the Dumbarton Oaks team did was – they brought in an easel painter from England, who did full-scale, canvas copies of the wall paintings in the funeral chapel as they were uncovered. These are now on display around Dumbarton Oaks and they are pretty phenomenal. They were really the high point of our exhibit, but the one thing that really captured people’s attention was a plaster cast that they had done of one of the mosaics. They had captured the three-dimensionality of the mosaic tesserae, and then it was painted to imitate what the colors were. It just looked so good. My first instinct was to go pick at it, to see if those were real tesserae. Everyone, even the most cautious of conservators, when they saw this plaster replica, the first thing they wanted to do was to touch it. There is that element of tactility that really resonates in these works.

Q: If there were limitations to access to this building because of conversion – is there anywhere like it, any other church in Turkey comparable to this one, aesthetically?

RO: It’s an interesting period in Byzantine history. This is a monument of the highest class – its patron is the richest man in the Empire after the emperor, the most powerful man after the emperor, and the greatest intellectual of his age. He writes poetry. This is an age much different from our own. Politicians established their reputation on their intellectual training. When Theodore Metochites, the patron of the building, was in a rivalry at court with one of his colleagues, rather than slug it out or issue tweet insults, they wrote poems against each other. The whole thing was carried out in dodecasyllabic verse. Can you imagine anyone doing that today?

Q: When you write about the building in The Kariye Camii: An Introduction about Theodore Metochites, you say the art of the Chora parallels “his mannered and obsessive literary style.” And talk about how it would have been appreciated by aristocratic intellectuals.

Kariye Camii, Presentation of the Virgin in the Temple Mosaic, Istanbul, Turkey – Daughters of the Hebrews (detail), photo 1955, Byzantine Institute and Dumbarton Oaks fieldwork records and papers, Dumbarton Oaks, Trustees for Harvard University, Washington, DC Creative Commons CC0 1.0 Universal Public Domain Dedication.

RO: This is a building that was produced with great intelligence. This is not just some provincial church where they slap up a few images that correspond to what they were celebrating in the liturgy. This is a building that illiterate visitor can go in and say ‘oh, yes, that’s Jesus, that’s Mary, I recognize this scene as the Nativity,’ and so on, but somebody who was from the intellectual coterie of Theodore Metochites would go in and see it resonating in a very different way, almost like the unrolling of a grand epic poem. There is an intellectual quality to it that would appeal to the intellectual – also, as I say, it has snob appeal. For the intellectual, if you can understand it, that means that you are part of the elite. Whereas the illiterate monk who lives in the monastery or the peasant from the street is not going to get it, the intellectual elite is going to understand it, and that is going to reinforce our status in society.

It has a really important message that goes along with that. I and countless other scholars have spilt a lot of ink deciphering this program. It is a three-dimensional program – this is art in the round. The artist or the artisan responsible for the mosaics and the frescoes and the master-mason responsible for the architecture either worked in very close collaboration, or they were the same person. Certainly, whoever they were (we don’t know names), they worked in very close collaboration with Theodore Metochites. His input is stamped on that building in so many different ways. His name appears here and there, there are strange elements in scenes that could only be explained by his involvement and patronage. What that means is that this building was a trendsetter. It sets a trend with patrons of lesser intellectual status than Theodore Metochites, or artists of less artistic status than the masters of the Kariye.

Q: Where do you see examples in imitation?

RO: We see an imitation of this building that spreads across the Balkans. We can see it in places in Greece, in Thessaloniki or Mystras, very good reflections of the art of the Chora in many places in medieval Serbia – this goes as far as Romania, if you can imagine. It is an art that is picked up. But the period in which this building was constructed was the last flowering of the Byzantine Empire. Theodore Metochites was, as prime minister, a key political player, for several decades, as was the emperor, Andronicus II, for whom he was prime minister. The two devolved into incompetent old age together as the empire declined around them. They were both ousted in a palace coup in 1328, Theodore Metochites was sent into exile, Emperor Andronicus was sent to a monastery, and the Byzantine Empire descended into a period of civil war. There is a period of about twenty years, beginning at the end of the 1320s, enmeshed in civil war. Rather than perpetuating the last flowering of Byzantium, the civil war cuts it short. We do not continue to see the flowering in Byzantium, but it is exported along with Byzantine culture to Greece, to the Balkans, to Romania, and so on. We also see elements of it picked up in Italy. It is hard to imagine Duccio, for example, without a form of understanding of Byzantine art. Giotto was much more his own person, but thinking of Giotto in the Arena Chapel at the same time that Theodore Metochites and his artisans were at the Kariye is a wonderful point of contrast. One is the end of an epoch – the other is the beginning of the Renaissance.

Q: What has been lost and what survived since the Ottoman conquest?

Kariye Camii, outer narthex, looking south, photo by Robert G. Ousterhout.

RO: When the building was first converted to a mosque, very little happened. Gradually the naos lost most of its decoration. What little was left of the figural decoration was easily covered. The funeral chapel, as it was used as a mosque, was painted over. The narthexes, which have this incredible cycle of the lives of Christ and the Virgin Mary seem never to have been completely covered. The mosaics in the vaults are darkened and gloomy and difficult to see, but they were never plastered over. Those lower down are covered, some of them with wooden doors so tourists can open and look at them. Because this is really off the beaten track, it never really gets the attention that Hagia Sophia got. It never holds that political position. It’s never an Imperial mosque, no one important is buried here during the Ottoman period. No important events happened here during the Ottoman period.

It is really a building that survived in isolation, and when it was decided in the mid 40s to convert it to a museum it was virtually abandoned and was falling down. It was really held up by buttresses on the exterior. As the Byzantine Institute began working on the mosaics, they realized that they had to do a serious program of stabilization in the building or the whole thing was going to collapse. As one of my colleagues of that generation said, they were only interested in the wallpaper and not the walls. A major program was undertaken which allowed enough excavation in and around the building to propose a relatively secure chronology for the history of this building through the Byzantine period. And because it was off the beaten track, and still was, even when I began to work there – I wrote my dissertation on the architecture of this building, which I defended in 1981 and published in 1986 – there was virtually no one there. I had the building more or less to myself. There was a small team of guards sent to care for the building as a museum, but most of the time it was just me there.

Q: That sounds ideal.

Kariye Camii, Presentation of the Virgin in the Temple Mosaic, Istanbul, Turkey – Daughters of the Hebrews, photo 1958, Byzantine Institute and Dumbarton Oaks fieldwork records and papers, Dumbarton Oaks, Trustees for Harvard University, Washington, DC Creative Commons CC0 1.0 Universal Public Domain Dedication.

RO: It is hard to imagine today because the building has really begun to attract attention. Still, however, until the recent conversion, a lot of tourists did not go there, simply because it is out of the center. It is very difficult to get there on public transportation – you need to take a taxi to get there or you need to go on an organized tour – and so in many ways it has resisted the mass tourism that took over Hagia Sophia. At the same time, it never attracted the political attention that Hagia Sofia did.

Q: What other churches have already been more quietly converted into mosques?

RO: In the beginning of the 2010s in Turkey, with the rising power of the AKP, Erdoğan’s party, we began to hear serious calls for the re-opening of Hagia Sophia as a mosque. The strategy undertaken by one of Erdoğan’s henchman was, any building dedicated to Hagia Sophia, or that might have been dedicated to Hagia Sophia, needed to be returned to its position as a mosque. The thinking is that once a building has been converted to a mosque, it is a mosque forever. The idea that Atatürk and the Republic had for creating museums – museums as repositories of history for all mankind, meaning that all of their history is available there to be seen – that is very much a Western idea and very much against the notion that these places are or should be spaces for worship.

So, beginning in the 2010s, we began to see the conversion of churches that had formerly been converted into mosques across Turkey. The most infamous at that time was the Church of Hagia Sophia in Trebizond, in the Eastern Black Sea. This is a building that had been built in the thirteenth century, with the best wall-painting program of that era in the Byzantine Empire. It has functioned as a museum. It was carefully and lovingly restored by the University of Edinburgh and the Russell Trust, I think, in the 1940s and ‘50s. It is outside the center of town, and there really is not a neighborhood around it, and yet the call went out that it should be re-opened as a mosque. In order to preserve the paintings, what they did was, in effect, build a tent inside the building. It looks like a Byzantine church on the outside, but as soon as you go in you are inside a tent where there is no figural imagery visible. That was one solution.

The Hagia Sophia in İznik or Nicaea, another important building that had been converted into a museum, was re-opened as a mosque at about the same time. Another church that had been recently excavated and studied in Antalya on the south coast, was similarly converted into a mosque. There are now plans for a number of other buildings in Istanbul and nearby that currently function as churches to be re-opened as mosques, so it seems to be a pattern.

One can understand that if a building is called Hagia Sophia – that’s sort of a blatant response – the idea was that one good Hagia Sophia conversion deserves another. This led to the restoration of a number of buildings whose dedication may or may not have been to Hagia Sophia, and that had never served as mosques or that had served as mosques but had fallen into ruins. They are being rebuilt or renovated accordingly.

Q: Can you comment on the kind of thinking that justifies these conversions?

RO: I find it very disturbing because it’s really a way of thinking of the past as something that doesn’t belong to us. For the forging of its national identity Turkey doesn’t look very deep into its past. In fact it’s better for them, from many perspectives, if the past is left buried. This is particularly true of the Byzantine past, which strikes me as bizarre, but it fits in a certain way with Turkey’s shift of orientation to the East. Turkey has been badly treated by the European Union for a long time and finally Erdoğan basically decided that their real allegiance lies further to the East. Rather than attempt to be a poor cousin to Europe they are forming stronger bonds with the Turkic countries and Islamic countries. At the same time, this strange movement for the conversion of museums into mosques is part of a political campaign of distraction. This is throwing red meat to the base. There are so many other more critical issues in Turkey right now than just opening another mosque. The economy is collapsing, the lira seems to be in free fall, and this is a good distraction. This is something we’re accustomed to in this country now – a good distraction will take us away from what are really the important issues. Why worry about climate change or COVID when there are more salacious things that we might be worrying about instead?

Kariye Camii, Virgin Caressed by her Parents Mosaic, Istanbul, Turkey – Anne and Joachim holding infant Mary, upper half, photo 1953, Byzantine Institute and Dumbarton Oaks fieldwork records and papers, Dumbarton Oaks, Trustees for Harvard University, Washington, DC Creative Commons CC0 1.0 Universal Public Domain Dedication.

Q: It has certainly been noticeable that when Erdoğan or his party is faced with a challenging election, these issues come back to the fore.

RO: Yes, it is appealing to the base in a way they can understand. In Turkey his base is not the urbane, educated class of Turks, it is poorly-educated, deeply religious people from the countryside. The AKP lost the election in Istanbul, in Ankara, in Izmir, in the major cities of Turkey. Erdoğan’s base is not in the city and it’s not the educated elite. So, opening a mosque, if you’re a good Muslim, what’s wrong with having another mosque? Why not?

Q: It concerns me that Erdoğan’s position can be compared to the situation in Egypt or China where the past has been redefined in ways that create a whole different narrative. You can claim the greatness of the past without having to deal with the fact that people in the past were different from you and had different ideas from yours. Religion is a wonderful coverall, and so is communism. It’s a way of whitewashing uncomfortable truths.

RO: This is exactly the point! UNESCO has a policy for tangible and intangible aspects of cultural heritage, and with buildings like Hagia Sophia, or the Kariye, if buildings have multiple narratives, if they mean something different to different religions, different ethnicities, different nationalities, and that’s all a product of their complex and often messy history. A fear of mine is that something will happen similar to what happened on the Acropolis in Athens, or to the Roman forum. That is, we pick a dominant narrative and we erase all others, so that rather than having that level of nuance that a building should have, we get one view and one view only. Who would know, visiting the Acropolis today, that the Parthenon used to be a Christian church and used to be a mosque? Who would know that one of the most important Renaissance neighborhoods in Italy lay on top of the Roman forum? It’s gone now! Mussolini decided that imperial Rome was the period that was to be preserved and everything else was scraped off. I do not want to see that happening in Turkey.

Q: Maybe my particular perspective doesn’t merit survival, but the objects do. The buildings do. Whatever we do that’s right has to be something to do with preservation, and with access.

Kariye Camii, Enthroned Christ and Donor Mosaic, Istanbul, Turkey – Christ, bust, center of lunette, photo 1955, Byzantine Institute and Dumbarton Oaks fieldwork records and papers, Dumbarton Oaks, Trustees for Harvard University, Washington, DC Creative Commons CC0 1.0 Universal Public Domain Dedication.

RO: My argument has always been that, when we deal with monuments it is a give and take proposition. Much of what art historians do is interpretation. We take from the monument. But if we’re taking from the monuments to found our reputation as scholars, we owe that monument something. From my perspective that something that we owe them is good documentation, conservation, and excavation if that’s called for. There’s something about preserving the monument – in some instances perhaps we’re never going to be able to preserve it – but at least we can document it and preserve its memory that way.

I work in Cappadocia, in central Turkey, where much of the landscape is very fragile, really no more than volcanic ash, and it is eroding right and left. There’s no way we can stop Mother Nature from eroding it, but the human interventions in the landscape there are really important. Either we stop what is a natural process to preserve them, or we do the kind of documentation that will preserve them in another way.

Since the conversion of the Kariye I was very gratified to have one of my former students contact me and say, now I really understand why you emphasize giving back to the monuments, why documentation and conservation are important, so we have a record. I don’t know how much of the building I will be able to see next year when I return to Istanbul, but I’m pretty sure it will be less than I was able to see on my last visit. Without that access, for me or for any other scholar wanting to know a building intimately, if we don’t have the documentation we simply don’t have anything.

Q: Can you give us additional direction for where things ought to go? What kind of cooperative work is possible between scholars to further your work?

RO: The possibilities of documentation have really taken off in the last decades. What one is able to do quickly, let’s say with mapping, with aerial photography, with drones, or with resistivity studies – these are things one can do that are noninvasive. In terms of doing quick documentation, one can even use a digital camera that creates good three-dimensional images with very little effort. It is really exciting what is possible now with documentation.

Now, it’s exciting good, and it’s exciting bad. It’s exciting good because something that I spent three summers doing in the nineties could now be done in a week or two. The arduous time in the field can be cut down considerably. I started out in art history, moved into architectural history, started doing archaeology, started doing conservation and I realized that in the excavations and in the conservation preservation projects, the thing we always had to do first was document. We had to understand what was there before we began any intervention.

That’s something we often forget – we say, oh there must be something here, let’s dig and see what we can find – but having that record of what was there is absolutely essential. Excavation and a lot of conservation projects are really a process of destruction. We don’t know all of what it is that we’re destroying. We need to make that very good record before we move on. For example, there are parts of the Kariye that I have never seen because they are no longer accessible. They are completely sealed off, and I have to rely on the very good documentation that was done in the 1950s to inform me about those parts of the buildings. If the team that was working there in the 1950s hadn’t done such good documentation I wouldn’t know about a lot of the building because it is simply inaccessible now.

I really encourage documentation as the first step. At the same time, because of the way we have documentation available to us now we often bypass our most important tools: our eyes and our brain. We need to look intensively at what we have to understand it. That means that we understand visually what we’re looking at, we understand three dimensionally what we’re looking at, we understand how documentation relates to an actual monument, and so on. The most important things I did when I was a grad student was, even when I inherited good architectural drawings, I would start at the beginning and do my own architectural drawings. They were never as exacting, but the process of actually doing the drawing myself forced me to look at the monument in a different way and to see relationships and connections that I might have missed otherwise. Teaching oneself how to look – how to visually understand a historic monument – has to work hand in hand with documentation. You can’t rely on one without the other.

Q: Would you have written the dissertation that you did if you had not spent a summer and more sitting in the building? Experiencing it personally – in order to understand what the building expresses, you become the vessel into which the building pours.

Kariye Camii, First Seven Steps of the Virgin Mosaic, Istanbul, Turkey – Entire scene and partial view of surrounding scene, photo 1952, Byzantine Institute and Dumbarton Oaks fieldwork records and papers, Dumbarton Oaks, Trustees for Harvard University, Washington, DC Creative Commons CC0 1.0 Universal Public Domain Dedication.

RO: Before I went for the first time to Istanbul, I agreed to write a dissertation about a building I had never seen, in a city I had never visited, in a country whose language I didn’t speak. It was really the academic equivalent of a blind date, but it turned out to be a pretty good date in the end.

At my first visit there, I could tell you every measurement. I knew that it was fifteen meters from the doorsill of the naos to the end of the apse, and things like that. Knowing all of that, and knowing hundreds of photographs of the building, still didn’t prepare me for the experience of it. Suddenly that day when I first got myself there things began to fall into place. There is really no alternative for the actual experience. That’s sort of sad in this day and age because the possibility of that direct experience is becoming more and more limited.

Q: Is that the bad that you mentioned?

RO: The bad is that a lot of people go in to do documentation and they never quite look at what it is that they are documenting. The good is that we still have our eyes, and we need to have a good set of eyes to understand what we are doing.

Q: One of the points that St John Simpson of the British Museum has raised is that archaeologists are increasingly relying on drone studies – aerial studies – and he said there’s a whole generation of young archaeologists he’s working with who have never been to the places that they are studying. It’s not their fault, it’s the geopolitical situation in the world, but as he expresses it, they are so focused on the data they don’t understand what you can learn by being there.

RO: One of the great limitations is the language barrier. You know to be a properly trained Byzantinist, I should have learned at least five more languages than I did when I was in school. I suspect that that aspect of it, as well as the introduction of technology, means a lot of projects will have to be collaborative as we move forward. Not one of us can know everything. Not one of us can know all ten languages we need to know for all the texts that we have to deal with. Not one of us can know deeply the visual aspects of a monument and the technology for documenting it. Collaboration has to be key to projects in the future. What, for example, Elizabeth Bolman organized in the Red Monastery is a good model of how one can organize an international collaboration that brings together people of a variety of different backgrounds and skill sets together to do an informative and interesting study. Our universities might still want us to do single-authored studies, but I think there are going to be fewer and fewer of those. For those of us who are actually dealing directly with the monuments it makes much more sense to think in terms of collaboration rather than individual projects, now.

Q: You mentioned your work in Anatolia – how do your Turkish colleagues feel now about the future of these collaborative studies?

RO: I think they’re very amenable to them. Right now one of my colleagues in Cappadocia has started working with drone photography to do 3D mapping of large settlement areas so that one can get a record of spatial relationships that might not show up on a two-dimensional form of documentation. One can understand where things sit in relationship to each other in terms of their altitude, in terms of sightlines, and so on. This is really sophisticated drone photography. He has been going back and forth with a strictly controlled drone to produce a grid map of a very large area. Using that as a tool for understanding what is there on the ground is really opening up new avenues. He has now extended that to another site. There are teams of young scholars now going through engineering programs or conservation programs who have learned the technology but don’t know the history that well. So, now he is collaborating with a young engineering team for this project.

He and his part of the team bring the eyes to the project and they bring the technology.

Kariye Camii, view into the south dome of the inner narthex, photo by Robert G. Ousterhout.

Q: One of the really odd things about the situation in Turkey is that they’re quite consciously rebuilding mosques and celebrating that Muslim past but at the same time, when Turkish officials deal with museums in the West and ask for things back, they have referred to objects as imbued with  a spirit or a power that completely contradicts Islamic ideas about shirk and the evils of idolatry. Cultural ministers talk about objects that they want to get back from museums as if they held a spiritual value essential for Turkey to get back, but if you read these statement theologically, you would say they are looking at objects as icons.

RO:  It’s funny, because it’s imbuing power to the object, spiritual or otherwise, and it often has nothing to do with what the object actually was intended to do or what the object meant.

For example, sometime in the 1960s our museum acquired a trove of Bronze Age jewelry which may or may not come from Troy. It is definitely not Schliemann – this is drips and drabs that somebody maybe found elsewhere, maybe it came from the island of Lemnos, maybe they are trade goods that came from Afghanistan – we simply don’t know. These objects were acquired by the Penn Museum basically to keep them together when they went on the art market. No one was interested in them. They asked the Greek government and the Turkish government if they were interested in these objects and they told them no, and so they acquired them. This was before the 1970 Accord but it bothered the museum so much that they established their own policy about acquisitions after that time, but preceding the 1970 agreement.

Then the Turkish government demanded the return of these objects or Turkey would never let the University of Pennsylvania excavate in Turkey again. Well, the objects don’t belong to the excavators, and they don’t belong to the museum. They belong to the trustees of the University of Pennsylvania so repatriation under those terms is very complicated. With a lot of to-ing and fro-ing and a lot of people suffering greatly in the process an agreement was reached for Penn to give these to the museum in Ankara on a long-term loan. The General Director of Antiquities wanted them simply given to him so he could take them home in his suitcase. That is not how museums transfer objects from one to another. But they did have the display cases ready when the object objects arrived in Ankara, and they had a press conference and revealed this collection within hours of the plane landing in Turkey.

Kariye Camii, Virgin Blessed by the Priests Mosaic, Istanbul, Turkey – Joachim and infant Mary, photo 1953, Byzantine Institute and Dumbarton Oaks fieldwork records and papers, Dumbarton Oaks, Trustees for Harvard University, Washington, DC, Creative Commons CC0 1.0 Universal Public Domain Dedication.

The confusion that resulted from this was just amazing. Now, first of all we don’t know the objects came from Troy. There’s no way that could be proven in a court of law. We had the legal standing, they thought they had the moral high ground, and that we owed it to them to return them. It was very clear from the minute these things were announced by the press that nobody understood what they were. It was assumed that this was Schliemann’s treasure coming back to Turkey. It had nothing to do with Schliemann, and may have had nothing to do with Troy, but suddenly this material took on a life of its own and a meaning of its own. It had its fifteen minutes of fame in Turkey. People just walk right by it when they go through the Museum of Anatolian Civilizations now.

Q: What does it say on the labels?

RO: It does say on the label: ‘from Troy or possibly from Troy, and on long term loan from the University of Pennsylvania,’ and Penn did guarantee its excavations at least for this generation of scholars.

It’s an incredible story because what these objects became was so completely different from what they originally were or what their scholarly context was. They were on the front page in the Turkish press for weeks after they arrived – so maybe they had more than fifteen minutes of fame – that happens with so many of these claims for repatriation. For archaeologists, 1970 is the line in the sand. If you can determine that the object was in a private collection in the West before 1970 then you are home free. If it’s something that has been smuggled out of Etruria or Turkey or Yugoslavia or wherever after 1970 and you can prove it, then you’re in trouble if there are requests for repatriation.

Destabilizations of so many countries in the Middle East and elsewhere have put so many monuments at risk – not just monuments on the ground, but looting has become an increasingly lucrative activity. Just now in the news I read about an FBI raid on a New York art gallery and the arrest of its owners, who had amassed hundreds if not thousands of illegal antiquities, for which they were creating fake provenances – their actual histories lost forever. So the 1970 UNESCO Accord has to be taken seriously. History is a fragile thing, even in this day and age, and to properly understand it, it needs to be preserved, to be studied, and it needs to be accessible.

[i] The Architecture of the Kariye Camii in Istanbul, Dumbarton Oaks Studies 25 (Washington, D.C., 1987)

The Art of the Kariye Camii (London-Istanbul: Scala, 2002)

Master Builders of Byzantium (2nd paperback edition, University of Pennsylvania Museum Publications, 2008, with translations in Russian and Turkish).

A Byzantine Settlement in Cappadocia, Dumbarton Oaks Studies 42 (2nd revised, paperback edition, Washington, D.C., 2011)

Kariye Camii, Yeniden/The Kariye Camii Reconsidered, edited, with Holger A. Klein and Brigitte Pitarakis (Istanbul: Istanbul Research Institute, 2011)

Osman Hamdi Bey and the Americans: Archaeology, Diplomacy, Art. Exhibition Catalogue (Istanbul: Pera Museum, 2011), edited, with Renata Holod

Approaches to Architecture and Its Decoration: Festschrift for Slobodan Ćurčić (Aldershot: Ashgate, 2012), ed. with M. Johnson and A. Papalexandrou

Architecture of the Sacred: Space, Ritual, and Experience from Classical Greece to Byzantium (Cambridge University Press, 2012), ed. with Bonna D. Wescoat

Palmyra 1885: The Wolfe Expedition and the Photographs of John Henry Haynes, with B. Anderson (Istanbul: Cornucopia, 2016)

John Henry Haynes: Archaeologist and Photographer in the Ottoman Empire 1881-1900 (2nd revised edition, Istanbul: Cornucopia, 2016)

Visualizing Community: Art, Material Culture, and Settlement in Byzantine Cappadocia, Dumbarton Oaks Studies 46 (Washington, D.C., 2017)

Eastern Medieval Architecture: The Building Traditions of Byzantium and Neighboring Lands, (Oxford University Press, 2019)

Kaynak: Interview with Robert G. Ousterhout: The Preservation and Reconversion of Kariye Camii – Cultural Property News

İSTANBUL’UN FETHİNİN SEMBOL ESERLERİNDEN KARİYE CAMİİ İBADETE AÇILDI

Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi ile birlikte kadim şehrin sembol mabedlerinden, İstanbul’un fethinin yâdigârı Kariye Camii (Khora Manastır Kilisesi) 79 yıllık aradan sonra yeniden ibadete açıldı.

Mülkiyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki tarihi ibadethane 21 Ağustos 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle cami statüsüne çevrilmişti. Kariye Camii’nde dört yıl süren titiz restorasyon çalışmalarının ardından 6 Mayıs 2024 Pazartesi günü yeniden cemaatle namaz kılınmaya başlandı.

İstanbul’un Fatih İlçesi’nde yer alan Kariye Camii gerek evrensel, gerek millî ve de gerekse tarihi ve kültürel miras zaviyelerinden birinci derece anıt eser niteliğini taşıyor. İbadethane Bizans sanatı ve mimarisinin önde gelen eserlerinden biri olarak gösteriliyor.

KARİYE CAMİİ’NİN MUFASSAL TARİHİ

Tarihi, altıncı yüzyıl gibi erken bir döneme kadar uzanan Khora Manastır Kilisesi, on birinci ve on ikinci yüzyıllarda imparatorluk ailesi olan Komnenos Hanedanı döneminde iki kez tecdiden ihya edilir.

1316-1321 yılları arasında da Bizans yöneticilerinden Theodoros Metokhites tarafından onarılan yapı mozaik ve fresklerle bezenerek bugünkü mimari kurgusu ile sanat formunu alır.

Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’nden sonra en fazla tanınan, içerisindeki mozaik ve freskleri ile Bizans ve dünya sanatının gelişiminde önemli bir yere sahip olan Kariye Camii, Haliç’in güneyinde, İstanbul’un altıncı tepesi Edirnekapı’da inşa edilmiştir.

İSTANBUL’UN FETHİNDEN 58 YIL SONRA CAMİYE ÇEVRİLDİ.

İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ın emriyle Khora Kilisesi’ndeki mozaikler ve freskler korunarak üzerleri sıvayla kapatılmıştır.  

İstanbul’un fethinden 58 yıl sonra II. Bayezid (1481–1512) döneminde Miladi takvimin yaprakları 1511’i gösterirken devrin sadrazamı Hadım Ali (Atik Ali Paşa) Paşa tarafından camiye dönüştürülen yapıya minare eklenmiştir.

953/1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defterinde ‘Kenise (kilise) Camii’ adıyla tabir edilen mabedin, Hadım Ali Paşa’nın Çemberlitaş’taki evkâfına bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Cami, bu dönemde etrafına eklenen sıbyan mektebi, medrese ve imaret vb. yapılarla külliye vasfını kazanmıştır.

Kariye Camii, 29 Ağustos 1945 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla ibadete kapatılarak Kariye Müzesi’ne çevrilmiş bu tasarrufla üzerleri sıvayla kapanmış olan mozaikler ve freskler açılmıştır.

Yaklaşık üç nesil boyunca müze statüsünde tutulan Kariye Camii hatırlanacağı üzere Danıştay 19. Dairesi’nin aldığı karar doğrultusunda 21.08.2020 tarihinde yeniden cami statüsüne kavuşturulmuştu.

Kariye Camii tarihinin en geniş ve kapsamlı restorasyon süreci ise Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün himaye ve destekleriyle Taksim Yapı’nın uhdesindeki onlarca restorasyon uzmanı, arkeolog, sanat tarihçisi ve mimarın emekleriyle Mayıs 2024 ayında tamamlandı. 6 Mayıs 2024 tarihinde açılışı yapılan mabed cemaatine kavuştu.

İBADETHANE FARKLI MİMARİ UNSUR VE ÜSLUPLARI HÂVÎ

Farklı mimari unsur ve üslupları hâvî olan kadim ibadethane asırlar boyunca geçirdiği büyük inşa, tecdiden ihya ve restorasyon çalışmalarından sonra bugünkü şeklini aldı.

İçerisinde birbirinden âlâ keyfiyeti hâiz mozaik bezemeler ve hikâyesi olan fresk panolar bulunan Kariye Camii, dışarıdan bakıldığında taş ve tuğla duvarlarıyla sade bir yapı hüviyetinde.

Sadece kubbe kasnağı orijinal olarak bugüne gelen Kariye Camii’nin yıkılan kubbesi ahşaptan yapılarak üzeri alçı ile kaplandı. Uzunlamasına dikdörtgen bir yapıya sahip olan tarihi caminin içerisinde on altı adet pencere mevcut. Camideki bu pencerelerin içerdeki bölümün aydınlatılması için uzun şekilde yapıldığı biliniyor. Zemininde ve duvarlarında mermer kullanılan tarihi caminin iç mekân süslemelerinde mozaik ve freskler göze çarpıyor.

YAPI SAĞLIĞI İZLEME SİSTEMİ

Gerek restorasyon sürecinde gerekse de restorasyon sonrasındaki süreçte anlık olarak yapı sağlığının izlenebilmesi amacıyla yapı izleme sistemi kurulan mimari abidede yapılan son restorasyon süreçlerini yüklenici firman Taksim Yapı’nın YK Başkanı Mimar Erhan Uludağ Katılım Bankamız için şu cümlelerle özetledi: “Kariye Camii’nin restorasyon süreci, başlangıcından itibaren büyük bir özen ve titizlikle yürütülmüştür. Gerek restorasyona başlamadan önce gerekse de restorasyon süresince, mimarlarımız, sanat tarihçilerimiz ve uzman ekiplerimizle birlikte yapılan titiz araştırmalar, yapının aslına uygun bir şekilde restore edilmesi için temel amacımız olmuştur. Kariye Camii’nin tarihi dokusu, Kariye Bilim Kurulu tarafından verilen kararlar doğrultusunda korunmuş ve aslına uygun bir hâle getirilmiştir.

MİMAR ULUDAĞ: KARİYE CAMİİ’Nİ GELECEK NESİLLERE DOĞRU BİR ŞEKİLDE AKTARILMASI İÇİN ÇALIŞTIK.

Bu projede özellikle vurgulamak istediğimiz noktalar mevcut. Jeofizik çalışmalar (GPR/ Jeoradar ve PUNDİT/ultrasonik ses ölçümleri), sismik etüd çalışmaları ve yapı sağlığı izleme sistemi gibi modern teknolojilerin kullanımı, restorasyon sürecinde doğru müdahalelerin yapılmasını sağladı. Aletsel gözlem izleme sistemi ve düşey hareket izleme sistemleri ise yapıya sürekli olarak göz kulak olmayı mümkün kıldı. Tüm bu yeniliklerle Kariye Camii’nin gelecek nesillere doğru bir şekilde aktarılması sağlanmıştır.

İç ve dış nartekslerde gerçekleştirilen konservasyon işlemleri, uzman ekiplerimiz tarafından titizlikle yürütülmüştür. Bu işlemler, yapıdaki tarihi ve kültürel mirası korumak adına büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, çalışmaya başlamadan önce ve akabinde restorasyon süresince yapısal analiz çalışmaları titizlikle gerçekleştirilmiştir. Bu sayede Taksim Yapı olarak, yapının en üst düzeyde güvenliği sağlanmış ve yeni teknolojilerin kullanımıyla yapının güvenliği teminat altına alınmıştır.

Temel kotlarında kullanılan paslanmaz çelik gergilerle, yapının sağlığı korunmuş, çatlak hatlarında ise paslanmaz çelik tijlerle dikiş yapılarak yapısal sağlamlık güvence altına alınmıştır.

Ayrıca, camii içinde tespit edilen çimento esaslı zemin kaplamaları sökülüp, yerine aslına uygun olarak şeşhane tuğlası kaplanmıştır. Tüm cephelerde ise çimento esaslı derzler temizlenerek, camii aslına uygun olarak taş-tuğla tümleme yapılarak aslına uygun hale getirilmiştir.

Bu özenli çalışmalarla, Kariye Camii’nin tarihi dokusu korunarak, gelecek nesillere aktarılması sağlanmıştır. Bu süreçte emeği geçen tüm çalışma arkadaşlarıma ve iş ortaklarımıza içten teşekkürlerimi sunuyorum.”

TEŞEKKÜRLERİMİZLE

Kariye Camii restorasyonu özelinde Vakıflar Genel Müdürlüğü nezdinde ibadethaneye hizmetleri sebkat eden tüm paydaşları tebrik ediyoruz.

İbrahim Ethem Gören/08.05.2024 Yazı No: 400

Kaynak: İSTANBUL’UN FETHİNİN SEMBOL ESERLERİNDEN KARİYE CAMİİ İBADETE AÇILDI | Kültür Sanat | Hizmetlerimiz | Kuveyt Türk Özel Bankacılık (kuveytturkozel.com.tr)

Kariye’nin Cami olarak kullanılması gerektiğine dair Danıştay Kararı

DANIŞTAY İDARİ DAVA DAİRELERİ KURULU 2019/2237 E. , 2021/695 K.
“İçtihat Metni”

T.C.
D A N I Ş T A Y
İDARİ DAVA DAİRELERİ KURULU
Esas No : 2019/2237
Karar No : 2021/695

Kariye Camii

TEMYİZ EDEN (DAVACI) : … Sendikası
VEKİLİ : Av. …
KARŞI TARAF (DAVALILAR) : 1- …
2- … Başkanlığı
VEKİLİ : …

İSTEMİN KONUSU : Danıştay İkinci Dairesinin 20/02/2019 tarih ve E:2016/10070, K:2019/698 sayılı kararının temyizen incelenerek bozulması istenilmektedir.

YARGILAMA SÜRECİ :
Dava konusu istem: 26/10/2011 tarih ve ve 28096 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı Sınav Yönetmeliği’nin; 5. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin, 9. maddesinin ikinci fıkrasının iptali istenilmiştir.
Daire kararının özeti: Danıştay İkinci Dairesinin 20/02/2019 tarih ve E:2016/10070, K:2019/698 sayılı kararıyla;
Türkiye Cumhuriyeti Anayasası’nın 124.; 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun 3., 41.; 633 sayılı Diyanet İşleri Başkanlığının Kuruluş ve Görevleri Hakkında Kanun’un işlem tarihindeki haliyle 9., 10., 12.; 05/04/2015 tarih ve 29327 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Diyanet İşleri Başkanlığı Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliği’nin 34., 23/12/2011 tarih ve 28151 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanarak yürürlüğe giren Vaizlik, Kur’an Kursu Öğreticiliği, İmam-Hatiplik ve Müezzin-Kayyımlık Kadrolarına Atama ve Bu Kadroların Kariyer Basamaklarında Yükselme Yönetmeliği’nin 5., 19/02/2013 tarih ve 28564 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Hac ve Umre Seyahatleri ile İlgili İşlerin Diyanet İşleri Başkanlığınca Yürütülmesine Dair Yönetmeliğin 8. madde düzenlemelerine yer verildikten sonra,
Yönetmeliğin 9. maddesinin ikinci fıkrası yönünden;
Dava konusu Yönetmeliğin 9. maddesinin, 08/02/2014 tarih ve 28907 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Yönetmeliğin 8. maddesi ile başlığı ile birlikte değiştirilip yeniden düzenlenmiş olması; aynı maddenin ikinci fıkrasının ise bilahare 18/06/2014 tarih ve 29034 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Yönetmeliğin 5. maddesi ile değiştirilmiş olması ve herhangi bir uygulama işleminin de dava konusu edilmemiş olması nedeniyle davanın konusuz kaldığı,
Bu itibarla, davacının iptalini talep ettiği söz konusu düzenleme yürürlükte bulunmadığından, bu düzenlemenin iptaline ilişkin istem hakkında karar verilmesine yer bulunmadığı,
Yönetmeliğin 5. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi yönünden;
Davalı idarenin, ilgili mevzuatla kendisine verilmiş olan görev ve yetkilerini, istenilen amaç ve seviyede yerine getirebilmek amacıyla, örgütsel yapısı içerisinde görev veya görev yerlerini değiştireceği, bu yapı içerisinde kariyer basamaklarında yükselteceği personelini ve yurt dışı, hac ve umre hizmetlerinde görevlendirecekleri sistematik bir yapı (düzen) içerisinde, hukukun genel ilkeleri içerisinde kalmak suretiyle belirleyebileceği ve bu konuda gerekli düzenlemeleri de gerçekleştirebileceği,
Kamu hizmetinin yürütülmesinde belirleyici olan personel unsurunun, nesnel bir şekilde kariyer ve liyakat ilkelerine uygun olarak belirlenmesi ve meslek içinde ilerleme ve yükselmede ehliyet ve başarının esas alınmasının gerektiği,
Dava konusu düzenleme ile idarenin bu ilke doğrultusunda hareket ederek, eğitimli kişilerin bilgi ve deneyimlerinin kuruma ve kamu hizmetine aktarılmasını sağlamaya yönelik olarak, görev veya görev yerlerini değiştirmek için açılan sınavlara katılmak isteyen cami görevlileri, kariyer unvanlar için yapılacak sınavlara katılmak isteyen personel ile yurt dışı, hac ve umre hizmetlerinde görevlendirilmek için Başkanlıkça yapılacak sınavlara katılacaklar için ön seçim niteliğinde olmak üzere, görevlilerin bilgi seviyelerini ölçmek ve mesleki bakımdan göreve en iyi şekilde hazır bulunmalarını sağlamak amacıyla Mesleki Bilgiler Seviye Tesbit Sınavı (MBSTS) yapılması ve bu sınavda, yukarıda belirtilen dava dışı Yönetmeliklere de koşut Başkanlıkça belirlenen puanı alma şartının getirildiği,
Bu durumda, merkezi bir sistem içerisinde gerçekleştirilecek Mesleki Bilgiler Seviye Tesbit Sınavı (MBSTS) sonucunda alınacak puanın; personelin seçiminde objektif bir kriter olarak belirlendiği, kariyer unvanlar için yapılacak sınavlara katılacaklar yönünden mesleki bakımdan göreve en iyi şekilde hazır olmaları ve hizmet kalitesinin artırılması amacını taşıdığı, kamu hizmetinde etkinliğin ve verimliliğin artırılması amacıyla kariyer ve liyakat ilkeleri gözetilerek getirildiği anlaşılan dava konusu düzenlemede, kamu yararı ve hizmet gerekleri ile mevzuata ve hukuka aykırılık bulunmadığı,
Öte yandan; davacı Sendika tarafından, bu yönetmelik hükmü ile eş ve sağlık mazereti nedeniyle yer değiştirme talebinde bulunacak personelin sınav yükümlülüğüne tabi tutulmasının hukuka aykırı olduğunun iddia edildiği; Diyanet İşleri Başkanlığı Atama ve Yer Değiştirme Yönetmeliği’nin 35. maddesinin birinci fıkrasında, “Cami görevlilerinin mazeret, süre ve karşılıklı yer değiştirme talepleri dışında kalan isteğe bağlı atanmaları Diyanet İşleri Başkanlığı Sınav Yönetmeliği hükümlerine göre yapılır.” hükmünün yer aldığı, bu nedenle mazeret sebebiyle yer değişikliği sebeplerinin varlığı hâlinde yapılacak atamaların sınav şartından bağışık olduğu görüldüğünden bu iddiaya itibar edilmediği gerekçesiyle,
Yönetmeliğin; 9. maddesinin ikinci fıkrasının iptali istemi hakkında karar verilmesine yer olmadığına, 5. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin iptali istemi yönünden davanın reddine karar verilmiştir.

TEMYİZ EDENİN İDDİALARI : Davacı tarafından, Yönetmeliğin 5. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi ile getirilen Mesleki Bilgiler Seviye Tespit Sınavına (MBSTS) ilkokul mezunu hafız ile doktora yapmış din görevlisinin de gireceği, bu durumun eşitlik ilkesine aykırı olacağı ve hacca hep aynı kişilerin gitmesinin sağlanacağı, 657 sayılı Devlet Memurları Kanunu’nun atamaya ilişkin 72., 73., 74. ve 76. maddelerinde sınava ilişkin bir düzenleme olmadığı halde Yönetmelikle böyle bir sınırlama getirilmesinin hukuka aykırı olduğu; 9. maddesinin ikinci fıkrası bakımından, Daire kararında düzenlemenin yürürlükte bulunmaması nedeniyle karar verilmesine yer olmadığına karar verilmiş ise de, söz konusu maddede belirtilen sınavın il müftülüğü sınav kurulunca yapılacağı hükmünün geçerliliğini koruduğundan karar verilmesine yer olmadığı yolunda verilen kararda hukuki isabet bulunmadığı ileri sürülmektedir.

KARŞI TARAFIN SAVUNMALARI :
Davalı idarelerden Diyanet İşleri Başkanlığı tarafından, Danıştay İkinci Dairesince verilen kararın usul ve hukuka uygun bulunduğu ve temyiz dilekçesinde öne sürülen nedenlerin, kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte olmadığı belirtilerek temyiz isteminin reddi gerektiği savunulmaktadır.
Davalı idarelerden Cumhurbaşkanlığı tarafından, savunma verilmemiştir.

DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ …’UN DÜŞÜNCESİ : Temyiz isteminin reddi ile Daire kararının onanması gerektiği düşünülmektedir.

TÜRK MİLLETİ ADINA
Karar veren Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra gereği görüşüldü:

HUKUKİ DEĞERLENDİRME:
Danıştay dava dairelerinin nihai kararlarının temyizen incelenerek bozulması, 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 49. maddesinde yer alan;
“a) Görev ve yetki dışında bir işe bakılmış olması,
b) Hukuka aykırı karar verilmesi,
c)Usul hükümlerinin uygulanmasında kararı etkileyebilecek nitelikte hata veya eksikliklerin bulunması” sebeplerinden birinin varlığı hâlinde mümkündür.
Temyizen incelenen karar usul ve hukuka uygun olup, temyiz dilekçesinde ileri sürülen iddialar kararın bozulmasını gerektirecek nitelikte görülmemiştir.

KARAR SONUCU:
Açıklanan nedenlerle;
1. Davacının temyiz isteminin reddine,
2.Dava hakkında kısmen karar verilmesine yer olmadığına, kısmen davanın reddine ilişkin Danıştay İkinci Dairesinin temyize konu 20/02/2019 tarih ve E:2016/10070, K:2019/698 sayılı kararının ONANMASINA,
3. Kesin olarak, 05/04/2021 tarihinde oyçokluğu ile karar verildi.

KARŞI OY
X- Dava, 26/10/2011 tarih ve ve 28096 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Diyanet İşleri Başkanlığı Sınav Yönetmeliği’nin; 5. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendinin, 9. maddesinin ikinci fıkrasının istemiyle açılmıştır.
Dava konusu Yönetmeliğin 9. maddesi, 08/02/2014 tarih ve 28907 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Yönetmeliğin 8. maddesi ile başlığı ile birlikte değiştirilip yeniden düzenlenmiş; aynı maddenin 2. fıkrası ise bilahare 18/06/2014 tarih ve 29034 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanan Yönetmeliğin 5. maddesi ile değiştirilmiştir.
Düzenleyici işlem niteliğindeki Yönetmelik kuralları davacı tarafça menfaatleri ihlal edildiği ön iddiasıyla dava konusu yapılmış ve hukuka aykırı olduğu da belirtilerek iptali istenilmiş olup, Danıştay Dairesinde bu Yönetmelik yargılamaya tabi tutulup incelenmekte iken, davalı idarece “Yeni Yönetmelik / Yönetmelik Değişikliği” çıkarılmak suretiyle mevcut dava konusu Yönetmelik kuralları yürürlükten kaldırılmıştır.
Eski yönetmelik yargısal incelenme aşamasında iken davalı idarenin yeni yönetmelik çıkarma konusunda yetkisi bulunduğu tartışmasız olmakla birlikte, bu durum, idari yargı yerinin yargısal incelemesinde bulunan yönetmelik kuralları hakkında, hukuka uygun olup olmadıkları yönünden bir değerlendirme yapılıp sonuca varılmasına hukuken engel teşkil etmemektedir.
Hukuka uygunluk denetimi yapılmadan verilecek karar, idarenin bu şekilde yeni yönetmelik kuralları oluşturarak yargı denetimine tabi tutulmasından muaf kılınması sonucunu doğuracaktır.
Bu nedenle, idari yargı yerinin yargısal incelemeyi tamamlayıp dava konusu Yönetmelik kurallarının hukuka uygunluğunu veya hukuka aykırılığını tespit edip görüş ve gerekçesini açıklaması gerekmektedir.
Aksi takdirde, idari yargı yerinin etkililiği ve işlevselliği ortadan kalkmış olacak, yargısal denetime tabi tutulmayan Yönetmelik kuralları hukuk aleminde sonuç doğurmaya ve üretmeye devam edecektir.
Bu durumda; idari yargılama usulü gereklerinden olan, idarece iptal edilen veya yürürlükten kaldırılan işlem hakkında idari yargı yerince iptal kararı verilemeyeceği öngörüsü dikkate alınarak iptal kararı verilemez ise de, yönetmelik kurallarının hukuka uygun olup olmadıklarının tespit edilmesine bir engel bulunmadığından, idari yargı yerinin işlevselliği ve aynı zamanda taraf iddialarının karşılanması bakımından hukukilik denetimi yapılması bir zorunluluk olarak değerlendirilmektedir.
Bütün bunlar dikkate alınarak, dava konusu Yönetmelik kurallarının hukuka aykırılığı veya uygunluğu konusunda tespit yapılıp bu konuda gerekçe yazıldıktan sonra, yeni Yönetmelik değişiklikleri ile dava konusu Yönetmelik kuralları yürürlükten kaldırıldığı için karar verilmesine yer olmadığına dair kararın yerinde olduğunun açıklanması gerektiği görüşü ile karara katılmıyoruz.

KARŞI OY
XX- 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 2. maddesinin 1/a fıkrasında; iptal davaları, idari işlemler hakkında yetki, şekil, sebep, konu ve maksat yönlerinden biri ile hukuka aykırı olduklarından dolayı iptalleri için menfaatleri ihlal edilenler tarafından açılan davalar olarak tanımlanmıştır.
İptal davasının gerek anılan maddede, gerekse içtihat ve doktrinde belirlenen hukuki nitelikleri göz önüne alındığında; idare hukuku alanında tek taraflı irade açıklamasıyla kesin ve yürütülmesi zorunlu nitelikte tesis edilen idari işlemlerin, ancak bu idari işlemle meşru, kişisel ve güncel bir menfaat ilgisi kurabilenler tarafından iptal davasına konu edileceğinin kabulü zorunlu bulunmaktadır.
İptal davasının amacı, hukuka aykırı idari işlemin uygulamadan kaldırılması, geçersiz kılınması ve işlemin hukuksal geçerliliğine son verilmesidir. Burada sağlanmak istenen, hukuk düzeninde hukuka aykırı işlemlerin bulunmamasını sağlayarak, hukuk devletinin korunmasıdır. İdare Hukuku ilkelerine göre, iptal kararları, iptali istenilen işlemi, tesis edildiği tarih itibarıyla ortadan kaldırarak, işlemin tesisinden önceki hukuki durumun geri gelmesini sağlar.
Bir idari işlemin hukuki irdelemesi yapıldığında, tespit edilen duruma göre dava konusu işlemin iptali ya da davanın reddi yolunda hüküm kurulması gerekmektedir. Hukuka uygunluk denetimi yapılan işlem yönünden “karar verilmesine yer olmadığına” hükmedilmesi, usulde yeri olmayan bir uygulama olup, işin esasının incelenmesinin sonucu olarak esas hakkında bir hüküm kurulması zorunlu bulunmaktadır.
Bir yönetmelik kuralına dava açıldıktan sonra, idarenin yeni yönetmelik çıkarma konusunda yetkisi bulunduğu açık olmakla birlikte, bu durum, idari yargı yerinin yargısal incelemesinde bulunan yönetmelik kuralı hakkında, hukuka uygun olup olmadığı yönünden bir değerlendirme yapılıp sonuca varılmasına hukuken engel değildir. Aksi halde, idare bu şekilde yeni yönetmelik yürürlüğe koyarak, mevcut yönetmeliğin yargı denetimine tabi tutulmasından muaf kılınmasına neden olacaktır. Ayrıca, davacılar şeklen değiştirilen her düzenlemeye karşı dava açmak zorunda bırakılarak, hak arama özgürlüğünün kullanılması da zorlaştırılacaktır.
Bu durumda, davacı tarafından hukuka aykırı olduğu ileri sürülen düzenlemelerin hukuki irdelemesi yapılarak Dairece işin esası hakkında, “ret” ya da “iptal” hükmü kurulması gerekirken, karar verilmesine yer olmadığına hükmedilmesinde hukuki isabet bulunmadığı sonucuna varılmıştır.
Açıklanan nedenlerle, davacının temyiz isteminin kabul edilerek, Danıştay İkinci Dairesinin 20/02/2019 tarih ve E:2016/10070, K:2019/698 sayılı kararının, karar verilmesine yer olmadığına ilişkin kısmının bozulması gerektiği oyuyla, çoğunluk kararının bu kısmına katılmıyorum.

KARŞI OY
XXX- Dava konusu Yönetmeliğin 5. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi yönünden;
Bu düzenleme ile görev veya görev yerlerini değiştirmek için açılan sınavlara katılmak isteyen cami görevlilerinin, kariyer unvanlar için yapılacak sınavlara katılmak isteyen personel ile yurt dışı, hac ve umre hizmetlerinde görevlendirilmek için Başkanlıkça yapılacak sınavlara katılacakların, Mesleki Bilgiler Seviye Tespit Sınavına (MBSTS) girmeleri ve Başkanlıkça belirlenen puanı almaları şart olduğu yönünde kural getirilmiş ise de, söz konusu düzenlemede, yapılacak sınava ilişkin soruların hangi konulardan oluşacağı, başarı puanının kaç puan olarak kabul edileceği, görev veya görev yerini değiştirmek isteyen personel ile kariyer unvanlar için yapılacak sınavlara katılmak isteyen personel ve hac ve umre hizmetlerinde görevlendirilecek personel için söz konusu sınavdan kaç puan alınması gerektiği gibi hususlara ilişkin olarak objektif kriterlere yer verilmediği anlaşılmaktadır.
Bu nedenle, dava konusu düzenleme yönünden davanın reddine ilişkin Daire kararında hukuki isabet bulunmadığı görüşüyle kararın, Yönetmeliğin 5. maddesinin birinci fıkrasının (b) bendi yönünden bozulması gerektiği görüşüyle karara katılmıyorum.

Kariye Camii
Kariye Camii

Hasret burcunda bir Osmanlı eseri: Manastır İshak Çelebi Camii

Hasret burcunda bir Osmanlı eseri: Manastır İshak Çelebi Camii
Hasret burcunda bir Osmanlı eseri: Manastır İshak Çelebi Camii

16’ıncı yüzyılda inşa edilen İshak Çelebi Camii tekrar cemaatine kavuşuyor.

İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni

Manastır İshak Çelebi Camii, Osmanlı Cihan Devleti’nin Balkanlar’da inşa ettiği en büyük camilerden biri. 16’ncı yüzyıl Osmanlı mimarisinin tipik özelliklerini taşıyan cami, TİKA’nın desteğiyle restore edildi.

Kadim eser, Osmanlı padişahları tarafından da zaman zaman ziyaret edilen kadim esere Sultan Reşad’ın gubari hat çeşidiyle bir levhayı bizzat astığı ve Sultan Abdülhamid Han’ın camii dört defa ziyaret ettiği bilinmektedir.

Restorasyon uzmanı Erhan Uludağ ile Manastır İshak Çelebi Camii’nin restorasyonu özelinde bir mülakat yaptık.

İbrahim Ethem Gören: Erhan Bey, evvelemirde camiinin banisi İshak Çelebi’den bahseder misiniz? Hakkında ne tür bilgiler mevcut?

Erhan Uludağ: Külliyenin kurucusu ve aynı zamanda şimdi harabe halindeki İshak Fakih Camii’nin de banisi olan İshak Fakih’in oğlu İshak Çelebi’dir. İshak Çelebi önce Manastır, daha sonra Selanik kadısıdır.

Camiinin inşası hangi zaman dilimine tarihleniyor? Bir tarih kitabesi var mı?

Giriş kapısı üzerinde yer alan dört satır halindeki Sülüs karakterle yazılmış Arapça inşa kitabesine cami, II. Bayezid devrinde, H. 912/ M. 1506 yılında, İsa Fakih’in oğlu İshak Çelebi tarafından yaptırılmıştır.

Osmanlı döneminde şehir merkezlerindeki camiler umumiyetle külliye şeklinde inşa ediliyordu. Bu bağlamda İshak Çelebi Külliyesi’nden geriye neler kalmış?

Maalesef sadece cami kalmıştır.

BALKANLARDAKİ EN BÜYÜK OSMANLI ESERLERİNDEN BİRİ

Osmanlı asırlarında külliyenin gederleri nasıl karşılanmış. Bir vakıf, vakfiye söz konusu mu?

Vakfiyenin tamamı elimizde değildir, kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak vakıf eserlerinin tekrardan vakıf hizmetine alınabilmesi için Makedonya İslam Birliği ve Manastır özelinde de Manastır Müftülüğü gayret sarf etmektedir.

Camiinin teknik özelliklerinden bahseder misiniz?

Cami, içten içe 14.60 mx14.60 m. ebatlarında kare planlı harim kısmı ile kuzey cephesine bitişik konumlanmış 10.50 m.x 27.30 m. ebatlarında dikdörtgen planlı son cemaat bölümünden oluşmaktadır.

Son cemaat bölümünün harim duvarı hizasındaki ilk bölümü 3 adet kubbe ile örtülürken diğer kısımları kırma çatı ile geçilmiştir. Kagir sistemde yapılan caminin son cemaat kubbeleri geç dönemde ahşap olarak yapılmıştır. Uygulamada son cemaat kubbeleri özgününe uygun olarak tuğladan, kagir sistemden yeniden yapılmıştır. Kubbeleri taşıyan özgün mermer sütunlardan bir tanesi günümüze ulaşabilmiş, diğerleri kubbeler ahşap olarak yapıldığı geç dönemde ahşaptan yapılmıştır. Proje kapsamında bu sütunlarda özgün sütun özelliğine göre mermerden yapılmıştır.

Harim cepheleri almaşık örgü sistemine sahiptir. Bir sıra kaba yonu veya moloz taş, 3 sıra tuğla taştan düzenlenmiştir. Taş sırası düşey aralarında da dik yönde tuğlalarda yerleştirilmiştir. Minare kürsü ve pabucu da kaba yonu taş ve tuğla hatıl sırasından yapılmıştır. Gövde ve petek kısmı da kesme taştır. Minare şerefe altı stalaktitli olup estetik bir görünüşe sahiptir. Son cemaat bölümü 19. yüzyılda kapatıldığından cepheleri o dönemin mimarisine uygun olarak sıvalıdır.

Cami geride kalan asırlarda restorasyondan geçmiş mi?

Cami’nin, inşa edildiği zamandan bugüne pek çok kez onarım gördüğü hem yapının mimari ve hem de bezeme özelliklerinden anlaşılmaktadır. Özellikle son cemaat yerine yapılan ilave bölümler ile iç duvar ve kubbe yüzeylerinde bulunan kalemişi bezemelerdeki üslup-renk farklılıkları, onarıma ilişkin en somut veriler arasındadır. Eldeki bilgilerden hareketle Cami’nin, 1890, 1910-1911, 1959, 1963, 1980, 2003, 2005, 2014 yıllarında müdahale gördüğü ve bazı kısımlarının elden geçirildiği düşünülmektedir. Ancak, bu onarımlarda yapının hangi kısımlarının onarıldığı/yenilendiği konusunda arşivlerde yeterli bilgi-belge bulunmamaktadır. Ancak, son cemaat mahalline ilave yapıldığı, kadınlar mahfilinin düzenlendiği, minarenin onarıldığı, kalemişi bezemelerin bakım ve onarımlarının yapıldığı araştırmalar sonucunda saptanmıştır.

BALKAN HARBİ YILLARINDA MEZAR KİTABELERİ KALDIRIM TAŞI OLARAK KULLANILMIŞTIR

Siz restorasyona başladığınızda tarihi ibadethanenin genel görüntüsü nasıldı?

Maalesef cami bakımsız ve kötü durumda idi. Harimde ve son cemaat duvarlarında çok ciddi rutubet sorunu vardı. Harim ana kubbede 1. Dünya Savaşı’nda düşen havan topunun geldiği bölüm hasarlı bir şekilde idi. Harim minber, mihrap, vaiz kürsüsü, pencere kepenkleri yağlı boya ile özgün olmayan şeklide boyalı idi. Harimin kadınlar mahfili ahşapları kötü durumda idi. Harim cepheleri boyalı idi ve çoğu dökülmüştü. Harim pencere doğramaları çürümüştü ve kötü durumda idi. Son cemaat sağ ve sol cephelerdeki kadınlar mahfili kısımları yerinde değildi. Son cemaat yeri çatı karkasında ciddi sehim oluşmuştu, çatı örtüsü kötü durumda idi. Son cemaat kuzey duvarı kalemişlerinin büyük bir bölümü boya ile kapatılmıştı. Son cemaat pencere ve kapı doğramaları çürümüştü ve kötü durumda idi. Son cemaat ve harime ekli gasilhanenin bulunduğu ek bina yapının mimari karakterini bozmakta idi. En acısı da hazire taşlarının sökülerek yapı çevresinde kaldırım taşı olarak kullanılmış olması idi.

MANASTIR HALKI CAMİİNİN BİR AN ÖNCE İBADETE AÇILMASINI BEKLİYOR

Restorasyona Manastırlılar ne türden tepkiler verdi?

Restorasyon sonrasında camimizin görkemi ve ihtişamı kat ve kat artmış; Manastırlılar da bu güzellik karşısında tebriklerini, mutluluklarını ifade etmişlerdir ve etmektedirler. Bir an evvel ibadete açılmasını istemektedirler.

Camide yaptığınız hizmetleriniz hakkında kısaca bilgi verir misiniz?

Camide statik ve mimari uygulamalarımız olmuştur. Taşıyıcı sistem olarak yapı cephelerinde belli kotlarda karbon çubuk uygulaması yapılmıştır. Harim ana kubbesinde eteklerden başlamak üzere belli bir kota kadar karbon elyaf uygulaması yapılmıştır. Son cemaat kuzey cephesi ile kasnak duvarlarındaki çatlaklara dikiş atılmış ve enjeksiyon uygulaması yapılmıştır.

Mimari olarak ise özgün olmayan ahşap karkaslı son cemaat kubbe ve sütunlar sökülmüş, yerine özgününe uygun malzeme ve yapım tekniğine göre yeniden yapılmıştır. Sütunlar mermer, kubbeler tuğladan yapılmıştır. Son cemaati örten kırma çatı ahşap karkası, çatı örtüsü, tavan kaplaması yeni yapılmıştır. Son cemaatteki iki adet ahşap kadınlar mahfili, ahşap döşemesi, üç adet giriş kapısı özgününe uygun olarak yapılmıştır. Cephe sıvaları, kırık olan taş pencere söveleri özgün malzeme özelliklerine göre yapılmıştır. Son cemaat ve harimdeki özgün olmayan ve kötü durumdaki tüm pencereler özgününe uygun olarak yenilenmiştir. Harimdeki kadınlar mahfili öncelikle boya raspası yapılmış,çürüyen ahşap korkuluk, ahşap döşeme karkasları, küpeşte ve tavan kaplamları sökülmüş, yerine özgün detayına uygun olarak tamamlamalar yapılmıştır.

Harim özgün olmayan döşemesi sökülerek 1. sınıf çam malzemeden ahşap döşeme yapılmıştır. 16. yüzyıldan günümüze ulaşan ceviz ağacından yapılmış pencere kepenkleri ile harim ahşap kapısı boya raspası yapılmış, çürüyen bölümleri özgün ahşap malzemesine uygun olarak değiştirilmiş ve korunarak yerine takılmıştır. Minber, vaiz kürsüsü ve mihraptaki özgün olmayan boyalar raspa edilmiş, özgününde varak olan kısımlar tespit edilerek özgününe uygun olarak restorasyonları tamamlanmıştır. Harim ve son cemaat kuzey duvarındaki kalemişleri için itinalı kalemişi raspası yapılmış, özgün dönem tespit edilip projelendirilmiştir. Özgün kalem işi canlandırma dediğimiz yöntemle restore edilmiş, özgününe uygun duruma getirilmiştir.

Camide ısıtma sistemi olarak elektrikli halı kullanılmıştır.

Minarenin şerefe altında bozulan mukarnaslı geçiş onarılmış, yok olan kesme taşlar çürütülerek tümlenmiştir.

Açılış ne zaman?

Sayın Cumhurbaşkanımız “Seçimlerden sonra açarız” demişlerdi ancak şu anki duruma göre resmi açılış ne zaman olur bilmem. Bütün İslam âleminde olduğu gibi Makedonya Müslümanları da Sayın Cumhurbaşkanımıza olan muhabbetlerinden dolayı O’nu hasretle bekliyorlar.

Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?

Ecdadın 16. yüzyılda yapmış olduğu ve Balkanların en büyük camilerinden olan İshak Çelebi Caminin restorasyonunu yapmak, gelecek kuşaklara doğru bir restorasyon ile bu eserimizi bırakmak onuru ve gururu içerisinde olduğumuzu belirtmek isterim. Manastır’daki Müslüman kardeşlerimize daha uzun süreler ibadet edebilecekleri bu güzel eseri restore etmekten sevinç duymaktayız. Bu restorasyon ile atalarımızın eseri yüzyıllar boyunca ayakta kalacak ve gelecek kuşaklara aktarılacaktır.

KAYNAK: DÜNYA BÜLTENİ

Bursa’dan Manastır’a cami tezyinatı desteği

 

Bursa’dan Manastır’a cami tezyinatı desteği

Manastır İshak Çelebi Camii’nin Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn yazıları özelinde Bursalı hattat Feride Ateştepe Altun ile görüştük

İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni

Bursalı sanatkârlar Manastır İshak Çelebi Camii’nin yazılarını camaltı tekniğiyle fisebilillah hazırladı…

‘Camın kaygan zemini  ve cam boyasının akıcı bir kıvamda olması işimizi daha da zorlaştırdı. Biz hattatlar için aharlı kâğıda yazmak tabi ki daha rahat oluyor.’

Anadolu ustalarının el ve göz nurlarının ürünü camaltı sanatı ürünleri geçmişte olduğu gibi gününüzde de duvarlarımızı tezyin etmeye devam ediyor. Daha çok dini mimari tezyinatında kullanılan camaltı sanatı stilize çiçeklerden şahmeran tasvirlerine; Zülfikar betimlemelerinden Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn yazılarına kadar oldukça geniş temalar üzerinden sanat sevdalılarına camın müşfik yüzüyle selam veriyor.

Günümüzde son ustalarının elinde hayatiyetini sürdüren camaltı sanatı üzerine, Manastır İshak Çelebi Camii’nin Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn yazıları özelinde Bursalı hattat Feride Ateştepe Altun ile görüştük.

MANASTIR İSHAK ÇELEBİ CAMİİ

İshak Çelebi Camii Manastır’ın merkezine Miladi 1506-1507 yıllarında şehrin kadısı İshak Çelebi tarafından inşa ettirilmiş. Osmanlı dini mimarisinin klasik özelliklerini haiz olan ibadethane tarih boyunca birçok kez onarım görmüş. Osmanlı camileri, Türkiye’deki örnekleri gibi Avrupa’da da külliye şeklinde inşa edilmiş. İshak Çelebi Camii, daha doğrusu külliyesi vaktiyle medrese, zaviye, mektep ve kütüphaneden teşekkül etmiş. Günümüze devasa külliyeden sadece miras olarak kalabilmiş. Tarihi cami şu anda TİKA’nın destekleriyle restore ediliyor.

29 Mayıs 2015 tarihinde hizmete açılması planlanan cami kare plana sahip ve tek kubbe ile örtülü. İç tezyinatında 19. yüzyıla ait kalem işi tekniğinde stilize çiçek motifleri kullanılmış.

Feride Hanım önce sanatı, hattı sorayım. Hüsn-i hatla birlikteliğiniz nasıl başladı? Hocanız kimdir?

Hüsn-i hat sanatına 2009 yılında hocam Hattat Mahmut ŞAHİN’den rika, sülüs ve nesih dersleri alarak başladım. 2012 yılında icazet almaya hak kazandım. 2014 yılında Kültür Bakanlığı sanatçısı ünvanını aldım. Halen hocamdan talik dersleri almaktayım. Sanat çalışmalarımı üyesi olduğum Şabaniye Tekkesi Bab-ı Nun Gelenekli Sanatlar ve Kültür Derneği’nde sürdürüyorum.

CAMİ VE MESCİDLERE FİSEBİLİLLAH ESER HAZIRLIYORLAR

Şu anda neler yapıyorsunuz? 

Atölyemizde hocamızın gözetiminde hattat arkadaşlarımla birlikte sergi projelerimizi yürütüyoruz. Ayrıca camilere, tekkelere ve özel koleksiyonlara eserler hazırlıyoruz.

Şabaniye Tekkesi dediniz… Şabaniye Tekkesi’nin Bursa’da öz sanatlarımıza yönelik ne gibi bir misyona sahip?

2011 yılında Büyükşehir Belediyesi tarafından derneğimize tahsis edilen bu tarihi mekanda hat, tezhip, ebru ve musiki dersleri verilmektedir. Son yıllarda geleneksel sanatlara olan ilgi oldukça arttı. Bu durum güzel bir gelişme gibi görünse de maalesef birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. İşin ehli olmayan kişilerin elinde bu sanatlar yanlış noktalar gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Şabaniye Tekkesi’nde klasik sanatlarımızın hepsi alanlarında usta olan hocalar tarafından geleneksel yöntemlerle öğretilmektedir.

Manastır İshak Çelebi Camii’nin yazı takımlarını cam altı tekniği ile hazırladınız? Camaltı tekniği hakkında bilgi verir misiniz?

Camaltı sanatı, Osmanlı Devleti’nden günümüze kadar gelmiş geleneksel sanatlarımızdan biridir. Camaltı tekniğinin en önemli özelliği eserin camın arka yüzüne tersten yapılıyor olmasıdır.

HÜSN-İ HAT İLE CAMALTI ARASINDA ÇOK FARK VAR

Hüsn-i hat daha çok kâğıt zeminlerin üzerinde tatbik ediliyor. Burada cam üzerine çalıştınız? Kâğıt üzerinde çalışmakla cam üzerinde çalışma arasında ne gibi farklılıklar/benzerlikler var?

Manastır İshak Çelebi Camii cihar-ı yar-i güzîn yazılarını camaltı tekniğinde hazırladık. İki sanat arasında çok fark var. Yazıyı tersten yazmak çok zor oldu. Camın kaygan zemini  ve cam boyasının akıcı bir kıvamda olması işimizi daha da zorlaştırdı. Biz hattatlar için aharlı kâğıda yazmak tabi ki daha rahat oluyor.

Şabaniye’de pek çok camiinin yazılarının el ve gönül birlikteliğiyle fisebilillah hazırlandığını biliyoruz. Kolektif bir çalışmaya imza attınız. İshak Çelebi Camii’nin yazılarına kimlerin eli değdi? Ne kadar zamanda camaltı çalışmaları tamamlandı?

Camaltı yazılarını altı hanım hattat ve bir müzehhib arkadaşımla birlikte hazırladık. Talia Sonsaat, Beytinaz Kükrek, Nurşen Karahasanoğiu, Elif Yeşilırmak, Semra Güler ve Müzehhib Elif Birkan ile yoğun bir çalışma sonucunda yazıları bir hafta içinde tamamladık. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim.

Bir camaltı yazısının camın kesilmesinden boya alımına, tasarımından duvar levhası haline gelinceye kadar geçirdiği serüveni anlatır mısınız?

Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Birliği’nden (TİKA) Erhan Uludağ Beyefendi hocam Mahmut Şahin aracılığıyla bizimle irtibata geçti. Biz de cami yazılarına olan hassasiyetimizden ötürü seve seve yazacağımızı kendilerine bildirdik. Öncelikle yazıların orijinallerine yakın olması için elimizden geldiğince çaba gösterdik. Mevcut eserlerin renkleri solmuş ve camları kırılmıştı. Bulduğumuz zemin renginin orijinal rengine yakın olabileceğini düşündük. Camlarımızı orijinal ölçülerde kestirdikten sonra, geriye yazma işi kaldı ve özverili, güzel ve zevkli bir ekip çalışmasıyla eserleri tamamladık.

HÜSN-İ HAT İSLÂM ALEMİNİ BİRLEŞTİREN UNSURLARDAN BİRİDİR

Son olarak okuyucularımıza öz sanatlarımıza dair neler söylemek/Bursa’dan nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?

Hüsn-i Hat sanatı İslam âlemini birleştiren, birbirine bağlayan bir unsurdur. Nereye gitseniz, nereye dönseniz tanıdıktır. Hüsn-i hat Kur’an-ı Kerim’in manadaki kadar görsel güzelliğini de ortaya çıkarır. Biz de geleneksel sanatlarımızı yeni nesillere sevdirmenin, üstadlardan gelen zincire halka olmanın gayreti içindeyiz.  Bursa Osmanlı Devleti’nin dibacesi… Ulu Cami ise gözlerin gönüllerin bayram ettiği bir mekân… Bu ruhaniyetli şehirde İslam sanatlarını devam ettirme gayreti içinde olmanın şükrünü eda etmeye çalışıyoruz.

İlginiz için teşekkür ederim.

Ben de teşekkür ederim İbrahim Ethem Bey

Kaynak: DÜNYA BÜLTENİ

Erhan Uludağ ile bir restorasyon sohbeti

Erhan Uludağ ile bir restorasyon sohbeti
İbrahim Ethem Gören, şehir plancısı ve restorasyon uzmanı Erhan Uludağ ile Nalçacı Halil Dergâhı özelinde tarihi eser restorasyonu üzerine bir söyleşi yaptı

Osmanlı tekkeleri ve tekkelerde neşvü neva bulan kültür, Osmanlı medeniyetinin muhafaza edilmesinde, nesilden nesile aktarılmasında, ilim ve tasavvuf geleneğinin aslî mahiyetine uygun bir şekilde sürdürülmesinde önemli misyon üstlenmiş. Bu bağlamda Üsküdar’daki Nalçacı Halil Dergâhı da 1900’lü yılların başına kadar Ümmet-i Muhammed’e hizmet eden bir müessese ve irfan mektebi olarak hayatiyetini sürdürmüş. Bir Halveti-Şabani Dergâhı olan Nalçacı Halil Tekkesi 100 yıllık bir fasılanın ardından yeniden ihya edilerek 2 Mart Cuma günü Cuma namazında tekrar hizmete açıldı…  Tekkenin restorasyon projesini eşi, mimar Sevilay Uludağ’la birlikte hayata geçiren şehir plancısı ve restorasyon uzmanı Erhan Uludağ ile Nalçacı Halil Dergâhı özelinde tarihi eser restorasyonu üzerine sohbet ettik…

İbrahim Ethem Gören: Nalçacı Halil Dergâhı’ndan hikâyesini anlatır mısınız?  Nalçacı Halil kimdir,  Dergâh hangi tarihlerde hizmete girmiş ve kaç yıl cemiyete ve cemaate hizmet etmiştir?

Günümüze ulaşamayan tekkenin haziresi Üsküdar’da Tabaklar Mahallesinin (eski İnadiye/İcadiye semti)  Nalçacı Hasan[1] Sokağı’ndadır. Tekke, Halvetî tarikatine mensup olan Mudurnulu Nalçacı Şeyh Halil Efendi tarafından kurulmuş ve bu sebeple onun adını almıştır. 4. postnişîn Şeyh Mehmed Tulû’î Efendi’den dolayı (v. 1170/1756-7) Tulû’î Efendi Dergâhı[2] adıyla da anılmaktadır. Ayvansarayî’ye göre, buranın diğer bir adı ise Pâr Tekyesidir ve Halil Efendi Antalya’da meskûn Vehhab Ümmî’nin müridlerindendir.[3] Diğer bir belgeye göre onun şeyhi, silsilesi Abdülvehhab Efendi ve Tâlib Ümmî Efendi ile Halvetiyye tarikatinin Ahmediyye kolunun kurucusu Şeyh Ahmed Şemseddin Yiğitbaşı’ya (v. 910/1504) ulaşan Armağan Ramazan Efendidir.[4] Halil Efendi’nin vefat tarihini Ayvansarayî burada bulunduğunu belirttiği mezar taşına göre 1040 (1630-1)[5], Zâkir Şükrî ise 1068 (1657-8)[6] olarak verir. Sözü edilen mezartaşı bugün mevcut değildir; kabir yeri de bilinmemektedir.

Zaman içinde harap olan dergâh 1874 yılında tamir ettirilmiş, bu sırada Nalçacı Şeyh Halil Efendi’nin kabri üzerine bir türbe inşa edilmiştir.[7]

1914–1919 yılları arasında hazırlanan “Alman Mavileri” haritalarında tekke binalarının mevcut olduğu görülmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1924 yılında yaptırmış olduğu tespit çalışmasında Nalçacı Tekkesi’nin “mâmur” durumda olduğu belirtilmiştir. Ancak 1931 tarihli 57 nolu Pervititch paftasında yalnızca türbenin ve minarenin ayakta kaldığı görülmekte, diğer kısımların ise harabe olarak nitelendirildiği belirtilmektedir. 1940’larda halen varlığını sürdürmekte olan Nalçacı Halil Efendi Türbesi de bu tarihlerden sonra yıkıma uğramış ve ortadan kalkmıştır. Dergâhtan günümüze hazire dışında hiçbir şey ulaşamamıştır.

Tekke her ne kadar Nalçacı Halil Efendi tarafından yaptırılmış olsa da, tekkenin manevi bütünlüğü açısından Bosnavî Mehmet Tevfik Efendi’nin kabrinin burada bulunmasının ayrı bir önemi vardır.

Kaynak: Avrupa Bülteni

İhlâsla inşa edilen bir Osmanlı eseri: Preze Kale Camii

İhlâsla inşa edilen bir Osmanlı eseri: Preze Kale Camii

Bereketli Preze Ovası’nın üzerine manevi bir gerdanlık gibi asılı bulunan Kale Camii’nin kesme taştan yapılmış minaresi altı asırdır Arnavutluk Müslümanlarını tevhide; namaza, arınmaya davet ediyor.

İbrahim Ethem Gören
İbrahim Ethem Gören


Preze Kale Camii
, TİKA’nın desteğiyle yeniden ihya edildi. Preze’nin en mutena yerinde muhkem bir kalenin içerisinde tecdiden inşa edilen camiinin tarihi duvarlarında cennetmekân imamlarının sesleri yankı buluyor: Hû, hû!

İmam Efendi sabah namazında “Lâ taknatû min rahmetullahi…/Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz…” ayet-i celîlesini kıraat ederken hemen arkasında duran Habib Aga’nın kirpikleri gözyaşlarını taşıyamaz oluyor…

Preze Camii, Arnavutluk’ta Tarihi Preze Kalesi’nin içerisinde inşa edilmiş… Kaleiçi camileri Osmanlı Cihan Devleti’nde eski bir gelenek… Rumelihisarı’nın içerisinde de kale komutanının, muhafızların, tabiri caizse küçük bir garnizonun barınması için ahşap evlerden müteşekkil mütevazı bir mahalle ile birlikte cami ve mühimmat depoları inşa edildiği tarih meraklılarının malumudur.

Akşemseddin Hazretleri’nin rahle ortağı, Osmanlı akıncılarının reislerinden Şeyh Bedreddin Mahmud (ks) Hazretleri’nin evlatları, silah ve zikir arkadaşları Konstantiniyye’nin fethinin manevi hazırlıklarını Rumelihisarı’nda yapmışlardı…

Rumelihisarı’na bin kilometre öteden içli selâmlar gönderen Preze Kale mahallesinden geriye geçtiğimiz günlerde ayağa kaldırılan cami ile birlikte elli üç basamakla çıkılan taş bir kule, hâlihazırda kıraathane olarak kullanılan bir kale burcu ile birlikte yıkık-dökük sur duvarları kalmış…

Bundan tam 563 yıl önce Rumelihisarı burçlarına çıkarak öteleri; ötelerin ötesini gözetleyen akıncılar, boğazının erguvan rahiyasını koklarken, 469 yıl önce Preze Kalesi’nin burçlarına çıkan akıncılar Adriyatik denizinin temiz havasını teneffüs edip ilay-ı kelimetullah rüyasını görüyorlardı… Son cümlede ‘İla-yı kelimetullah’ı yaşıyorlardı’ mı demeliydik acaba!

Kale Camii, Preze Kalesi içerisinde bulunuyor. Kale ve müştemilatı tamamlanıp da içinde içtimai hayat yaşanmaya başlanınca cami, kalenin sur duvarlarının üzerine inşa edilmiş… İbadethanenin, gönlü, fetih aşkıyla yanan imamı, akıncı cemaatine “Allah’u ekber” tekbirini getirerek ilk Cuma namazını kıldırdığında Miladi takvimin yaprakları 1547 yılını göstermektedir.

Preze Kalesi arkeolojik sit alanı… Cami, sit alanı içerisinde titiz bir çalışma ile yeniden ayağa kalkmış; Arnavut bürokratlar, dosyayı sümenaltı etmemiş, işi kolaylaştırmış ve ibadethane hizmete açılmış.

Haydi! Kolaysa, Rumelihisarı’nın içerisinde temelleri üzerine yıkılıp giden tarihi camii yeniden yapın bakalım! Arnavutluk’taki tarihi sit alanı örneğini bir yana bırakın Boğaziçi arka etkileşim alanında yer alan ve 27 yıl önce FSM Köprüsü’nün bağlantı yolları üzerinde kaldığı için yıkılan Uçaksavar Camii’ne bedel olarak tahsis edilen İBB’ye ait 3 buçuk dönümlük ibadethane alanına cami yapmak için tam 24 aydır ruhsat alınamıyor. Her neyse, bu husus bahs-i ahar!

 

Tiran’a 19 Nisan 2014 Cumartesi günü Kruja Murad Bey Camii’in açılışına gitmeye niyet etmiştik. Açılış, hizmetinde bulunduğum vakfın Özgün İyi Yönetim Uygulamaları Forumu IBPF2104 etkinliğiyle aynı güne tevafuk edince bu niyetimiz gerçekleşemedi. Ardından, Preze Kale Camii’nin açılışına gitmeyi kararlaştırdık. 14 Mayıs Çarşamba günü gerçekleştirilecek olan açılışı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yapacaktı. 13 Mayıs Salı günü Soma faciası yaşanınca Başbakan tüm programlarıyla birlikte Arnavutluk ziyaretini de iptal etti. “Hayırlı bir iştir, madem niyet ettik, gidelim” mülahazasıyla Arnavutluk yoluna revan olduk. Açılıştan birkaç gün önce Türkiye’den pek çok kişinin Tiran’a geldiğini müşahede ettik. 

 

TİKA’nın güvenilir çözüm ortağı Erhan Uludağ arkadaşımız bizi havalimanında karşıladı. Uluslararası Tiran Havalimanı’ndan Tarihi Preze Kalesi’ne giden yol boyunca asılan pek çok Türk bayrağını ve flamayı Başbakan ve beraberindeki heyetin yolunu gözler vaziyette bulduk.

Otelde kahvaltı yaptıktan sonra ateist Arnavut rejiminin “Tiran’a nostalji katsın” mülahazasıyla şehir merkezinde yıkmadığı tek cami olan Edhem Bey Camii’ni ziyaret edeip iki rekat namaz kıldık; cemaatle ve camiinin cümle kapısında dini eserler satan Müslim Aga’yla hasbıhal ettik. Agamız bize 2014 yılında Tiran’da inşaatına başlanması planlanıp da henüz icra-i faaliyet sahasına giremeyen Kalender Camii’nin maket fotoğraflarını gösterdi.

Sonrasında Preze’nin yoluna koyulduk… Preze, Tiran’a 25 kilometre mesafede bulunan tarihi bir kasaba… Yağmur, içten içe yağıp dururken şehir merkezinden yavaş yavaş uzaklaşarak Trakya kasabalarını birbirine bağlayan mütevazı yollara benzer güzergâhlardan geçerek, etrafı bol ağaçlarla kaplı uzunca bir yokuşu tırmanmaya başladık.

Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun ardından Preze Kalesi’ne vardık. 30 bin nüfuslu bir kasaba burası… Preze Kalesi, tüm şehre; bir adım öte bölgeye hâkim olan yüksek ve stratejik tepeye konumlandırılmış.

Preze’de nesiller boyunca derebeyleri yaşamış… 15. asırda kendilerine komşuluk yapmaya gelen Türk aileler, derebeyleri tarafından hüsn-ü kabul görmüş. Osmanlı Cihan Devleti’nin serdengeçti akıncılarının; öncü muhyî Türk dervişlerinin güzel yaşantısına imrenen pek çok Balkan ahalisi ile birlikte söz konusu bölgenin derebeyleri de kendiliğinden Müslüman olmuş… Netice itibarıyla kalpler Allah’ın elinde…

Kale Camii, ihtida eden Arnavut derebeyleri ve akıncılar tarafından Preze Kalesi içerisinde konumlandırılmış.  Kalenin yapımı tamamlanıp da içinde içtimai hayat yaşanmaya başlayınca cami, kalenin sur duvarlarının üzerine inşa edilmiş. İbadethanenin, gönlü fetih aşkıyla yanan imam-ı evveli, akıncı cemaatine “Allah’u ekber” tekbirini getirerek ilk Cuma namazını kıldırdığında Miladi takvimin yaprakları 1547 yılını göstermektedir.

Preze Kalesi’ne vardığımızda cami açılışı için tüm hazırlıkları tamamlanmış, çadırları kurulmuş, Türk ve Arnavut bayraklarını yan yana dizilmiş bulduk. Kısmetten ötesi olmuyor. Bir köy ahalisine yetecek büyüklükteki döner ve sair ikramı malzemesi program iptal edilince Tiran’da Kur’an kurslarında kalan talebelerin nasibi oldu.

Camiye girdiğimde minberin hemen önünde Habib Aga’yı gördüm. Zikirle meşguldü, Hucurat Suresi’nin mealini okuyordu. Sure-i celîlenin 13’üncü ayetinde geçen “li teârefû” emrine imtisalen tanıştık, hasbıhal ettik… Preze köyü sakinlerinden Habib Aga’nın yüzünde topyekûn İslami hayatın yaşandığı memleketlere olan hasretin ifadesini görmek kâbildi. Birbirimize hasretle sarıldık… Daüssıla kokulu bir hissiyatla kucaklaştık.

Cami için birkaç paragraf açalım… İbadethane kale sur duvarlarının üzerine inşa edilmiş. Kale kapısının yenilenmesi sırasında kale ve camiye giriş, dışarıya eklenen bir dış avludan sağlanmış. Kale ziyaretçilerini tuğla kemerli taç kapı karşılıyor. Bu kapıdan önce tonozlu bir mekâna giriliyor, daha sonra kale içinden taş basamaklarla cami girişine ulaşılıyor. Kale ve dolayısıyla cami eğimli bir arazi üzerine bina edilmiş.

1547 yılında yapılan cami özgün dikdörtgen plan şemasını koruyor. Mihrap nişi oldukça saded. Sur duvarları mihrap duvarından seki şeklinde görülüyor. Harime, mihrap duvarında üç adet, batı duvarında, iki tanesi alt kotta iki tanesi üst kotta olmak üzere dört adet, giriş cephesinde ise altı adet olmak üzere toplam 13 pencere açılıyor… Caminin duvarları moloz taşlardan örülmüş.

Kale, sur duvarları üzerine inşa edildiğinden duvar kalınlıkları yer yer 40 cm. ile 135 cm. arasında değişiyor. Çatı örtüsü ahşap. Minareye harimden açılan ahşap bir kapı ile ulaşılıyor. Literatür araştırmaları minareye sur duvarı üzerinden açılan bir kapı ile ulaşıldığını belirtiliyor olsa da biz böyle bir kapı görmedik. Günümüzde bu izler yapılan onarımlar sonucu kaybolup gitmiş olmalı.

Tarihi eser restorasyonu gurusu Erhan Uludağ ile camide yaptığımız mülakatta eser hakkında edindiğim efradını cami ayarını mani malumatı arz etmekte fayda var… Camii ele alındığında kullanılamaz vaziyetteymiş. Sıvalar sökülmüş, duvarlardaki ahşap hatıllar çürümüş. Tüm duvarlardaki ahşap hatılları yenilenmiş. Pencerelerin üst kotunda çatıya kadar olan kısmın harç özelliği kaybolmuş.

Bunlar sökülüp ahşap lentoları yenilenmiş, duvarlar tekrar örülmüş. Çatının tavan kısmı kontraplak kaplıymış. Kontra plak tabakası kaldırılınca çatının ahşap kısmının iyi vaziyette olmadığı görülmüş. Böylelikle çatı sökülerek komple yenilenme kararı alınmış. Yeni bir çatı projesi revize edilip uygulama yapılmış. 1970’li yıllarda yıktırılan minarenin hikâyesini birazdan arz edeceğim. Minarenin zemine oturduğu kısma beton enjeksiyonu yapılmış. Duvardaki boşlukları kapatılmış. Tiran ve civarında uygun taş bulunamayınca minarenin taşı İstanbul’dan getirilmiş. Minare, klasik Osmanlı usulü ile küfeki taşından inşa edilmiş. Camiinin iç zemininde düzensiz bir beton varmış. Beton tesviye edilip üzerine ahşap döşeme yapılarak Kayseri’den halı getirilmiş. Yerden ısıtma sistemi kurulmuş. Kalemişi tezyinatı yeni bir proje dâhilinde tatbik edilmiş.

Camiide üç mihrap bulunuyor. Preze kalesi sakinleri evvelemirde küçük bir cami inşa etmiş. Maddi durumları elverince artan cemaat da düşünülerek cami biraz daha genişletilince ibadethaneye bir mihrap daha eklenmiş. Sonrasında camiinin biraz daha büyütülme ihtiyacı gündeme gelip inşaat alanı genişletilince cami üçünü mihrabına kavuşmuş. Üç mihraplı camide namaz kılmak nasip oldu…

Camideki yazılarda Hamid Hoca’nın; Hüseyin Kutlu Hoca’nın neşesi; bu satırların yazarının da ufak bir katkısı var. Erhan Uludağ kardeşimiz yazı talep edince Hattat Mahmut Şahin arkadaşımıza müracaat ettim. “Yazının lafı mı olur İbrahim Ağabey, talebelerimle birlikte tüm yazıları fisebilillah yazarız biiznillah” dedi. Öyle de oldu… Camideki yazıları Hattat Mahmut Şahin üstadımız ve talebesi Taliha Sonsaat Hanımefendi fisebilillah yazdı…

Taliha Sonsaat’in kaleminden neş’et eden cihar-ı yârı güzîn takımları Preze Camii’nde durdukça cemaat, Osmanlı hat sanatının deryasından huzur dolu meltem esintileri hissedecek. Başını, bir nolu mihraba doğru kaldıran Besim Aga, mihrabın hemen üzerindeki ketebesiz Mahmut Şahin yazısındaki güzel gözlü “he”lerin içerisine girerek Şeyh Hamdullah, Ahmed Karahisari zamanlarına; Medreset’ül-Hattâtîn sıralarına gidecektir.

Camiinin kesme taştan inşa edilen minaresinin hikâyesi için de büyükçe bir paragraf açalım. Hocalığı sadece adından mülhem olan, Arnavutluk’a ilk ateist devlet sıfatını kazandıran Enver Hoca, ahaliye camilerin yıkılması emrini verir. Preze sakinleri kraldan çok kralcı; Enver’den çok Enver’cidir!

Ahaliden bazıları “Devletin imkânlarıyla yıkılmasın, bu işi biz görürüz” diyerek camiyi kullanılamaz hale getirir. Yıkım ekibi, Adriyatik denizinden gelip geçen gemilerin bronz âlemini gördüğü camiinin minaresini yıkmak için de paçaları sıvar! Buraya, “Dereyi görmeden paçaları sıvamak iyi değildir” notunu düşelim. Demir halatlarla zapturapt altına alınan minare traktörlerle öteye beriye çekiştirilmeye başlanır.

Allah’ın nuru ağızla söndürülebilir mi? Horasan harcında ihlâs bulunan Osmanlı taş minaresi “ha “ayret!” denilince yıkılabilir mi? Ne kadar uğraşsalar da minare bir türlü yıkılmaz. Epey bir müddet daha çabaladıktan sonra yıkım için ilave traktörler ve kamyonlar dereye girer. Bu esnada minare büyük bir gürültüyle yıkım ekibinin üzerine devrilir. Kimisi ölür, kimisi sakat kalır… Bilahare yıkım ekibinin sağlıklı, gürbüz çocukları aniden ölür.

Geçtiğimiz aylarda minare yıkıldığı yerden tekrar yükselmeye başlayınca yıkım ekibinden hayatta olanlar arz ettiğimiz vakıayı bin bir özür temennileri ve yardım talepleriyle birlikte Erhan Uludağ kardeşimize anlatır.

Akıncı beyinin ilk oku besmeleyle atması; ilk serdengeçtinin kapısı hafifçe aralanan bir kaleden içeriye Fetih Suresi’ni okuyarak girmesi ne ise Avrupa’da; Balkanlarda tarihi bir eserin, camiinin, medresenin tecdiden ihya ve inşa edilmesi de odur.

Akıncı ecdadımız gaza niyetine yola çıkar, kılıcını kınından gaza niyetine çıkarır, okunu “Ya Hakk” nidasıyla gaza niyetine nasıl attıysa gaza niyetine, tertemiz bir kalemle yazılan hat eserlerinin de öylece Dergâh-ı İzzet de hüsnü kabule mazhar olması ümit edilir.

Atina’yı, Tiran’ı, Üsküb’ü, Saraybosna’yı yol edinmek mühim; çok mühim… Türlü meşakkatlere katlanarak, atadan, anadan, yârdan, yârandan geçip at sırtında bin bir türlü lojistik sıkıntılara göğüs gererek İslâm’ın kutlu nefesini uzaklara, ihtiyaç duyulan yerlere taşımak çok önemli… Yârdan da önemli, atadan ve anadan da…

Preze Kale Camii’nin restore edilerek Arnavutluk Müslümanlarının hizmetine sunulması akıncı beylerinin bundan 500 küsur yıl önce Avrupa kapılarına dayanma sebebiyle aynı ruhu taşımaktadır.

Mevlâ Teâlâ, halis niyetli kullarına zaman içinde zaman halk eder. Osmanlı’nın Avrupa’ya Balkanlara bu kadar çok ve nitelikli eser armağan etmesi, alalâde değil; şakirâne iftihar edilecek, sanatkârane eserler bırakması ancak böyle bir terkiple izah edilebilir.

Preze Kale Camii’nde tüm serhat boyu cami cemaatlerinin ortak nabzı, tekbir sedalarıyla atıyor.

Son kelâmı, üstad Necip Fazıl Kısakürek’in hasret ve ümit burcunda yazdığı Sakarya Türküsü’yle bağlayalım…

(…)

Hani Yunus Emre ki, kıyında geziyordu;

Hani ardına çil çil kubbeler serpen ordu?

Nerede kardeşlerin, cömert Nil, yeşil Tuna;

Giden şanlı akıncı, ne gün döner yurduna?

Mermerlerin nabzında hâlâ çarpar mı tekbir?

Bulur mu deli rüzgâr o sedayı: Allah bir!

(…)

Kaynak: SON DEVİR

‘Bektaşilik Arnavutluk’ta büyük problem’

'Bektaşilik Arnavutluk'ta büyük problem' (Foto)
‘Bektaşilik Arnavutluk’ta büyük problem’ (Foto)
Sondevir yazarı İbrahim Ethem Gören, 10 gün önce Arnavutluk’a tarihi Preze Kale Camii’nin açılışı vesilesiyle gittiği Nisan ayında açılışı yapılan Kruja Kale Camii’ni de ziyaret ederek orada Kruja Müftüsü Agim Terzi ile mülakat yaptı.

İBRAHİM ETHEM GÖREN/SON DEVİR

Kruja, Arnavutluk’un başkenti Tiran’a 30 km. mesafede bulunan eski bir yerleşim birimi… Osmanlı medeniyetinin izlerini yoğun olarak taşımakta olan Kruja kasabası ve Kruja Kalesi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın Balkanlarda kuşatıp da alamadığı ilk kale/belde olma özelliğine sahip… Fatih’ten sonra Osmanlı topraklarına katılan kasabanın ismi Akçahisar olarak değiştirilmiş.

Kruja ovasına hâkim oldukça yüksek bir tepe üzerine inşa edilen kalede Mimari 1533 tarihinde Murad Bey tarafından cami inşa edilmiş. Uzun yıllar Tiran Müslümanlarının hizmetinde bulunan cami 1970’li yılların başında dönemin Devlet Başkanı Enver Hoca tarafından kapatılmış… TİKA’nın destekleriyle restore edilerek 19 Nisan 2014 Cumartesi günü hizmete açılan Kruja Murad Bey Camii’nde Edirne ve Bursa camileri gibi Osmanlı mimari sanatının naif izlerini taşıyor…

Yine TİKA tarafından yakın zaman önce restorasyonu tamamlanan Preze Kale Camii’ni ziyaret maksadıyla yaptığımız Tiran seyahatimizde Kruja Murad Bey Camii önemli uğraklarımızdan biri olmuştu…

(…)

Klasik Osmanlı mimarisiyle 481 yıl önce inşa edilen Kruja Murad Bey Camii’nde tahiyyet’ül-mescid namazına niyet edip abdest almak için şadırvanın naif kurnasını çevirdiğimde su şırıltısıyla birlikte bir ses daha işittim: “İsterseniz abdestinizi içeride lavaboda alabilirsiniz. Şadırvanın su gideri kanala bağlanmadığı için abdest suları camiinin bahçesinden akıp gidiyor…”

(Camiinin restoratörü, TİKA’nın müteahhidi Erhan Uludağ arkadaşımıza meseleyi niçin çözmediğini sorduğumda Türkiye’deki bazı bürokratlar gibi bazı Arnavut makam sahiplerinin de kendilerine dört dörtlük bir plan sunmalarına rağmen tarihi camiinin su gideri projesine onay vermediklerini belirtti.)

Belirtilen yerde abdestimi alıp muhatabımın yanına vardığımda “Herhalde biz bu camiinin imamı olmalısınız” dediğimde aldığım cevap “Ben Kruja Müftüsüyüm” oldu… Ve böylelikle Kruja Müftüsü Agim Terzi ile hasbıhalimiz başlamış oldu… Sohbetimiz tarihi camiinin bahçesinde, son cemaat yerinde ve içinde devam etti.

KRUJA MÜFTÜSÜ AGİM TERZİ TÜRKİYE’DE 8 YIL DİNİ EĞİTİM GÖRMÜŞ

Kruja “Kruya” şeklinde telaffuz ediliyor. Mülakatın bir yerinde kasabanın ismini yazıldığı gibi “Kruja” şeklinde telaffuz ettiğim de hocaefendi “Kruya’ya Kruja deme!” diye uyardı.

Tiran’ın en mutena ilçelerinden biri olan Kruja müftüsünün Agim Terzi oldukça akıcı bir şekilde Türkçe konuşuyor. Müftü Terzi Türkiye’de sekiz yıl geçirmiş, dini eğitimini Türkiye’de tamamlamış.

“Soyadım “Terziu” şeklinde yazılıp okunuyor ama sizin “Terzi” demeniz kâfidir” diyen Müftü Efendi’nin hikâyesine gelince…

HAKİKİ İLİM, İSLÂMİ İLİMLERDİR

Şu anda Suk(th)vendas’ta ikamet etmekte olan 83 yaşındaki emekli imam babası, Tiran’da Ziraat Mühendisliği tahsili gören oğlu Agim’e içten gelen bir temenniyle “Dünya fani… Hakiki ilim, hikmet ve mana içeren İslâmi ilimlerdir. Ziraat Mühendisliğini bırakıp da İslâmi ilimlere yönelsen ne güzel olur evladım…” der…

Baba öğüdü. Tavsiyesi önemli… Tiran Üniversitesi Ziraat Mühendisliği Fakültesi ikinci sınıfta okuyan Agim Terzi işte babasının bu minval üzere olan isteğini yerine getirmek için “Bismillah” der: Vira bismillah.

Suk(th)vendaslı Agim, İslâmi ilimleri en iyi öğrenebileceği yerin Türkiye olduğuna kanaat getirdikten sonra babasının elini öperek 1994 yılında gurbet yoluna, İstanbul’a revan olur… Tıpkı bir asır önce Tiran’dan, Elbasan’dan, Silistre’den, Üsküp’ten ilim erbabının yüksek tahsil için Fatih ve Sahn-ı Semân medreselerine gidiyor olması misali henüz yirmili yaşların başında olan Agim, Asitane’nin yolunu tutar.

Agim Terzi, -bilahare İstanbul Müftülüğü görevinde de bulunacak olan Selahattin Kaya Hocaefendi’nin idareciliğini yaptığı- Ünalan’daki Kur’an-ı Kerim kursunda bir yıl boyunca temel İslami ilimleri tahsil eder, Türkçesini geliştirir. Daha sonra, Yabancı Öğrenci Sınavı YÖS’e girerek Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazanır. Kısa sürede Konya iklimine alışır, yeni bir Türkiye şehrindeki yeni arkadaşlarına adapte olur… Agim Terzi’nin Mevlana şehrinde ilahiyat lisans eğitimini tamamladığında takvimin yaprakları 2000 yılını göstermektedir.

KRUJA MÜFTÜSÜ TERZİ, İSLÂMİ İLİMLERE YÖNELİK TETEBBUATINI BURSA’DA GELİŞTİRMİŞ

İlahiyat eğitimi yönünde iyi bir karar verdiğini düşünen Agim Terzi, dini eğitimini derinleştirmek için yüksek lisans yapmaya karar verir… Ailesinin de rızasını aldıktan sonra girdiği ilk yüksek lisans sınavında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazanır. Bursa’da İslâmi ilimlere yönelik tetebbuatını geliştirirken diğer yandan arkadaş çevresini de genişletir. İlahiyat yüksek lisans eğitiminin ardından memleketi Arnavutluk’a dönen Agim Terzi dört camide imamlık yaptıktan sona Kruja müftülüğüne tayin edilir. Phormet, Drums ve Kurbin Terzi Hoca’nın Arnavutluk’ta mihrabına durduğu camilerin bulunduğu ilçelerin ismi…

Hocamıza “Türkiye size ne kattı?” sualimi yönelttiğimde aldığım cevap şöyle oldu?

“Hamdolsun Türkiye’de çok iyi bir ilahiyat eğitimi aldım. Dolayısıyla İslâm dini adına bildiklerimin büyük bölümünü Türkiye’de öğrendim. Selçuk Üniversitesi’nde kaliteli bir ilahiyat eğitim sistemi var. Ayrıca Konya gibi bir şehirde üniversite tahsili yapıp güzel bir İslâmi ortam içinde bulunarak Türkiye’nin ictimai hayatını gözlemledim. Bunun üzerine Bursa tecrübesi de oldukça iyi geldi.”

Bursa’yla Konya’yı kıyaslar mısınız?

“Konya’da İslamiyet’in daha güzel yaşandığını söyleyebilirim. Bursa’da hiç yabancılık çekmedim. Orada çok Arnavut var. Arnavut hemşehrilerimizle hemhâl olduk…”

Agim Hoca, Bursa’daki Arnavut hemşehrilerinden söz edince bir soru daha iletmek vacip oldu!

ARNAVUTLARDA MİLLİYETÇİLİK ASABİYESİ GELİŞMİŞ DURUMDA

Arnavutlarda milliyetçilik asabiyesi oldukça gelişmiş. Bunu hemen her yerde, mekanda görmek/gözlemlemek mümkün… 100 kişiyi Tiran Uluslararası Hava Limanı’na indiren uçaktan iner inmez pasaport kontrolü sırasına girdiğinizde 40 Arnavut vatandaşı için 4 kontrol görevlisi; 60 kadar yabancı ülke vatandaşı içinse sadece bir görevli tahsis ediliyor olmasını bu cümleye dahil edebiliriz.

Hemen her mahalde, sokakta birçok evin, işyerinin duvarlarında/üzerinde Arnavut bayrakları da bu tesitsimizi kuvvetlendiren görseller olarak karşımızda duruyor.

ASLINI İNKAN EDEN BİZDEN DEĞİLDİR

Konuyla ilgili olarak Agim Hoca’ya “Arnavutlar biraz fazla milliyetçi herhalde!” dedim… Hocamız şu cümlelerle mukabelede bulundu: “Türkiye milliyetçi değil mi? Her halkta belirgin bir şekilde milliyetçik unsurları göze çarpar. Dolayısıyla bu damar Arnavutlarda da mevcuttur. Lakin bizim milliyetçiliğimiz İslâm’a uygun bir milliyetçiliktir. Kur’an-ı Kerim’de de bu türden bir milliyetçilik kabul görür. Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) “Aslını inkâr eden bizden değildir” buyurmuştur. Dolayısıyla biz hiçbir zaman aslımızı inkâr etmeyiz.”

KRUJA’DA 8 ÖĞRENCİYE SIBYAN HİZMETİ VERİLİYOR

Kruja Müftüsü Agim Hoca’ya cemaatine yönelik irşad hizmetlerini; özellikle çocuklara dair neler yaptıklarını sordum. “Şu anda Murad Bey Camii’nin müftülük makamı müştemilatının hemen girişindeki küçük mekânda (eliyle işaret edip ders mahallini gösteriyor) 8 talebeye sıbyan hizmeti veriyoruz. Çocuklarımız henüz ortaokul çağında.

Neler öğretiyorsunuz?

Hanefi fıkhını öğretiyoruz. Fıkıh çok önemli, çocuklar ibadetlerimizin usul ve erkânını öğreniyor böylece. Ayrıca Kuran-ı Kerîm okumasını öğretiyoruz.

Siyer-i Nebi’ye dair neler okuyorsunuz?

Siyer-i Nebi’ye de mutlaka sıra gelecek ama öncelik olarak akaidi öğretiyoruz. Dinin; imanın, İslâm’ın esaslarını öncelikli olarak öğretme, anlatma gayretinde bulunuyoruz.

Cemaatiniz ne kadar?

Vakit namazlarında 20-30 kişi geliyor. Cuma namazlarında 100 kişi geliyor. Bayram namazları sebil oluyor; camiimizin içi dışı, avlusu her yer dolup taşıyor elhamdülillah.

Camii’nin geçtiğimiz ay düzenlenen açılışı nasıl oldu?

“Çok güzel oldu elhamdülillah… Camiinin içinde-dışında, çevresinde adım atacak yer kalmadı. Bakanımız Emrullah İşler Bey geldi… Şu gördüğünüz levhayı hediye etti.”

Agim Hoca, Bakan Bey’in Kruja Murad Bey Camii’ne hediye ettiği Hattat Mehmet Özçay’ın altın yaldız baskı Besmele levhasını orijinal zannediyormuş. Orijinal yazıların nasıl olduğunu caminin cihar-ı yâr-i güzîn levhalarına ketebe koyan Hattat Mahmut Şahin’in talebesi Gaziantepli Hattat Erkan Bakım’ın eserleri özelinde izah ettim. İbadethanede Eskişehirli Hattat Emre Özdemir’in de celi sülüs bir yazısı bulunuyor.

BEKTAŞÎLİK ARNAVUTLUK’TA BÜYÜK BİR PROBLEM ALANI…

İçinden tasavvuf neşesi ile namaz ve İslâm’ın sair emir ve yasakları çıkartılan Bektaşîlik, Arnavutluk’ta AB desteğiyle yeni bir dini inanış; bir adım öte İslâm dinine karşı alternatif bir din olarak pazarlanıyor.

AB misyonerlerinin her türlü maddi desteğini alan nevzuhur Bektaşilik anlayışı, günden güne artan misyonerlik çalışmalarıyla birlikte nüfusunun yüzde yetmişi Müslüman olan Arnavutlukta önemli bir problem alanı olarak hacim, güç ve taraftar kazanıyor.

Agim Hoca’ya “En büyük sıkıntınız nedir?” sualini yönelttiğimde “Bektaşîlik” dedi ve ekledi. “Arnavutluk’ta Bektaşiler büyük sorun…

Neden?

Burada Bektaşilik problem. Bektaşîlerle mücadele halindeyiz. Vakit namazı bırakın, Cuma ve Bayram namazlarına dahi gelmiyorlar. Namaz olmadan olur mu? Bektaşilerde bozulmuş Şia inancı var.

Bu dine hizmet ediyor olmak bizatihi mutluluk kaynağıdır.

TİRAN CAMİLERİ GÜN BOYU MÜSLAMÜNLARIN HİZMETİNE AÇIK

Tiran ziyaretimizde Kruja Murad Bey Camii ile birlikte Preze Kale Camii’ni ve Edhem Bey Camii’ni de ziyaret etme fırsatı bulduk. Vakit namazı kıldığımız camiler gün boyu ibadete açık tutuluyor. Üç camide de namaz aralarında Arnavutluk Müslümanlarını namaz, Kur’an-ı Kerim tilaveti ve zikirle meşgul bulduk.

Tiran Edhem Bey Camii’nin girişinde dini kitaplar satan Müslim Bey’le hasbıhal ettik. Müslim Bey, 2014 yılında inşa edilmesi planlanıp da bir türlü inşaatına başlanamayan Kalender Camii’nin temel atma törenini büyük bir iştiyakla bekliyor.

Preze Kale Camii’nde Hucurât Suresi’nin tefsirini okurken görüştüğümüz Habib Aga Türkiye Müslümanlarına selâmlar iletti…

DÎN-İ MÜBÎN-İ İSLÂM’A HİZMET EDEBİLİYORSAKNE MUTLU BİZE!

Ensar isimli delikanlıyla da Kruja Murad Bey Camii’nde iki namaz vaktinde sohbet ettik. Arnavutların milli kahramanı İskender Bey Lisesi’nde tahsil gören Ensar’ın evi Murad Bey Camii’ne bir hayli uzak olmasına rağmen sabah namazı da dâhil olmak üzere vakit namazlar için Murad Bey Camiinin yoluna koyuluyormuş.

Camiinin inşa sürecinde de bir cemaat olarak elinden gelen yardımı yapan Ensar, yiğit bir delikanlı… Lise ikinci sınıfta okumakta olan Ensar’la ilk olarak öğle namazı vaktinde hasbıhal etmiştik. İkindi namazı için tarihi camiye geldiğimizde imam efendinin hemen arkasında saf tutmuş olarak bulduk. Osmanlı medeniyetinin Kruja’daki son temsilcilerinden biri o…

Yazımızı Kruja Müftüsü Agim Terzi’ye yönelttiğimiz Arnavutluk’ta imamet görevinde bulunuyor olmak halet-i ruhiyenize nasıl yansıyor?” sorumuza aldığımız cevap ile nihayete erdirelim:

“Burada Dîn-i Mübîn-i İslâm’a hizmet edebiliyorsak ne mutlu bize.”

Notlar:

Kruja Murad Bey Camii’nin restorasyon hikayesini Dünya Bizim’in aşağıdaki linkinde okuyabilirsiniz.

Murad Bey Camii nasıl restore edildi? http://goo.gl/OC3atF

Preze Kala Camii özelindeki yazımızı da Son Devir Haber portalının aşağıdaki linkinde yer alıyor.

İhlâsla inşa edilen bir Osmanlı eseri: Preze Kale Camii: http://goo.gl/1Tozos

 

Kaynak: SON DEVİR

2012 FERRARA RESTORASYON FUARININ ARDINDAN…

Banner_Edizione_EN

FERRARA RESTORASYON FUARININ ARDINDAN…

Bu sene XIX’uncusu düzenlenen RESTAURO fuarına Türkiye’den hem firmalar hem de idareler anlamında ilgi büyüktü. Fuar ile ilgili izlenimleri anlatmadan önce Ferrara’ya ilişkin kısa bilgiler vermek yerinde olacaktır:

CIMITERO DELLA CERTOSA
CIMITERO DELLA CERTOSA

CIMITERO DELLA CERTOSA
CIMITERO DELLA CERTOSA

CIMITERO DELLA CERTOSA
CIMITERO DELLA CERTOSA

Ferrara (Ferrara lehçesi:Fràra) İtalya’nın Emilia-Romagna bölgesinde aynı ismi taşıyan Ferrara İli merkezi olan ve Adriyatik kıyısına 1 saatlik uzaklıktaki tarihi kenttir. Şehir 14. ve 15. yüzyılda Este Hanedanının idaresindeyken bu yüzyıllardan kalma sokaklar ve çok sayıda konaklar ve saraylar halen şehirde bulunmaktadır. Şehir karayolu ile, dâhil olduğu bölge olan Emilia-Romanga merkezi Bolonya’nın 50km kuzey-kuzeybatısında ve İtalya başşehri olan Roma’dan 448 km kuzeyindedir. Po Nehri ana akımından 5 km kuzeyinde bu nehrin bir değişik dalı olan Po di Volonte adlı akarsu kıyısında konumlanmıştır.

Ferrara kenti Orta Çağ ve Rönesans devrinden kalma kentin planının korunması ve Po Deltası’nın korunan doğal yapısı nedeni ile 1995’den bu yana UNESCO Dünya Kültürel Mirası Listesi’nde yer almaktadır.[1] [1] http://tr.wikipedia.org/wiki/Ferrara

Şehrin sokaklarında dolaşırken yoğun bir Ortaçağ havası ve Rönesans’ın etkisini hissediyorsunuz. UNESCO Dünya Kültürel Mirası Listesine girmeyi neden hak ettiğini derinden anlıyorsunuz.

Mimari eserler, yapı malzemeleri, şehir mobilyaları, sokaklar, yapılar, meydanlar hep bir uyum içinde. Şehirde insanı rahatsız eden bir unsur yok. Binaların zemin katları kat kat asfalt yapılmadığından bodrum kata dönüşmemiş. Sokak döşemeleri halen pek çok yerde podima döşeme olarak korunmuş. Pek az ana ulaşım aksı asfalt kaplanmış. Kaldırımlar neredeyse sokak kaplamasıyla hemyüz. Sur içinde binalar 3-4 katlı. Sur dışında ise ortalama 2-3 katlı binalar. Oranlar da gayet insani boyutlarda.

Her nedense kaçak-göçek işlerine pek merak sarmamışlar. Yüksek katlı binalara hiç rastlamadık. Acaba yok mu diye merak edince 22’şer katlı iki tane bina olduğunu internetten bulabildim. Darısı bizim şehirlerimizin başına!

Rönesans Mimari Örneklerinden Palazzo dei Diamanti
Rönesans Mimari Örneklerinden Palazzo dei Diamanti

Palazzo dei Diamanti detaylar
Palazzo dei Diamanti detaylar

Palazzo dei Diamanti detaylar
Palazzo dei Diamanti detaylar

Palazzo dei Diamanti detaylar
Palazzo dei Diamanti detaylar

Ferrara sokaklarından genel görünüm. Corso Ercole I D'Este Sabah 07:00 civarı
Ferrara sokaklarından genel görünüm. Corso Ercole I D’Este Sabah 07:00 civarı

Gece-gündüz şehir tertemiz. Çöp konteynerlerinin etrafında çöp yok. Sadece çakıl taşı kaplı sokaklarda alabildiğince sigara izmaritleri. Adeta kadın-erkek, yaşlı-gençherkes sigara içiyor. Hanımlardaki sigara içme oranı da insanı şaşırtıyor. Her durumda sigar içiliyor. Otururken, yürürken, bisiklet kullanırken…

Orta avlulu tiyatro binası (Teatro Comunale)
Orta avlulu tiyatro binası (Teatro Comunale)

Orta avlulu tiyatro binası (Teatro Comunale)
Orta avlulu tiyatro binası (Teatro Comunale)

Ulaşım için genelde bisiklet kullanılıyor. Sokaklarda pek fazla lüks otomobil yok. Hele hele şehirde arazi araçlarına rastlamak imkânsız gibi…

Bu kısa bilgilerden sonra restorasyon fuarına dönelim.

Restorasyon fuarı 28-31 Mart 2012 tarihlerinde İtalya’nın Ferrara kentinde gerçekleştirildi. Her ne kadar ismi sadece fuar olsa da, fuar alanında ve her gün ayrı ayrı konferanslar, seminerler, workshoplar, sunumlar ve çeşitli etkinlikler yapıldı. Ancak, yapılan faaliyetlerin tamamı İtalyanca idi. Maalesef İngilizce bilene de rastlamak pek mümkün olmadı. Dolayısıyla konferans, seminer ve workshoplara katılmak İtalyanca bilmeyenler için imkansızdı .

Fuar ziyaretçileri arasında çeşitli kurumlardan, yerel yönetimlerden, mimarlık ve uygulama firmalarından yoğun bir katılım gözlendi. İstanbul İl Özel İdaresi, İstanbul Sit Alanları Alan Yönetimi, pek çok serbest mimarlık – mühendislik firmasının temsilcilerinin yanı sıra, çalışma alanı Tarihi Yarımada olan İstanbul 4 Numaralı Koruma Kurulu’nun Üyeleri, İstanbul Üniversitesi Yapı İşleri Daire Başkanlığı’nın çalışanları da ziyaretçiler arasındaydı.

Restorasyon alanında hem proje yapanlar, hem uygulama yapanlar, hem denetleyenler ve hem de idareler tarafından yoğun katılımın olması ülkemiz adına memnuniyet verici bir gelişmedir.

Fuarda sergilenen ürünlere baktığımızda, ülkemizle gurur duymak için yeteri kadar nedenimiz olduğunu görüyoruz. Sergilenen projeler abartısız bizlerin 5-6 yıl ve hatta daha önce ürettiğimiz projeler seviyesindeler. Sergilenen son teknoloji ürünü lazer tarama sistemleri bizim de hâlihazırda Yerebatan Sarnıcı ve Şerefiye Sarnıcı Projelerini hazırlarken kullandığımız teknolojinin aynısı. Fuar’da daha çok malzeme tanıtımına önem verilmiş. Uygulama açısından da ulusal firmalar olarak daha iyi konumda olduğumuzu söylemek yanlış olmayacaktır.

Restauro 2012’de mimari restorasyona yönelik stantların oldukça kısıtlı olduğu gözlenmektedir. Fuar, mimari restorasyondan çok konservasyona yönelik düzenlenmiş ve özellikle taşınabilir eserlerin restorasyonunu konu alıyor. Zemin problemleri, malzeme restorasyonu, çağdaş teknolojiyi kullanarak müzecilik ve obje konservasyonu konularında gayet başarılı uygulamalar yapılmış.

Fuar’ı ziyaret eden hocamız Prof. Dr. K. Kutgün Eyüpgiller’in dikkatimizi çektiği temel konu yapılan yayınlar oldu. Bu yayınlarda farklı uzmanlık dallarını bir araya getirip ortaya gerçek bir bilimsel çalışma koymayı başarmışlar. Bizdeki temel eksiklerden biri de bu yayınların Türkiye’de bulunmaması ve benzeri yayınların ülkemizde üretilmiyor olması. İtalyanların yayımladıkları eserlerin tamamı İtalyanca. Bu eserlerin acilen dilimize çevrilip yayınlanması gerekir. Proje ve uygulama alanında çalışan bizler de yaptığımız işleri bilimsel bir çerçevede yayınlamamız gerektiğini artık biliyoruz.

Erhan Uludağ-Nisan 2012

Proje firmalarından bir stand örneği. Prof. Dr. K. Kutgün Eyüpgiller ve Y. Mimar Sevilay Tuncer Uludağ Stantları incelerken
Proje firmalarından bir stand örneği. Prof. Dr. K. Kutgün Eyüpgiller ve Y. Mimar Sevilay Tuncer Uludağ Stantları incelerken

 

Proje bazlı Workshop örneği.
Proje bazlı Workshop örneği.

IMG_3081
Lazer tarama cihazları ve bu teknoloji ile hazırlanmış modellemeler

Toprak mamulleri üreten bir firmanın standı
Toprak mamulleri üreten bir firmanın standı

Obje bazlı restorasyon uygulamaları
Obje bazlı restorasyon uygulamaları

Resim ve fresk restorasyonu yapan bir firmanın standı
Resim ve fresk restorasyonu yapan bir firmanın standı

Ekibimiz fuar sonrası Venedik’te
Ekibimiz fuar sonrası Venedik’te