Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi ile birlikte kadim şehrin sembol mabedlerinden, İstanbul’un fethinin yâdigârı Kariye Camii (Khora Manastır Kilisesi) 79 yıllık aradan sonra yeniden ibadete açıldı.
Mülkiyeti Kültür ve Turizm Bakanlığı Vakıflar Genel Müdürlüğü’ndeki tarihi ibadethane 21 Ağustos 2020 tarihli Cumhurbaşkanlığı Kararnamesiyle cami statüsüne çevrilmişti. Kariye Camii’nde dört yıl süren titiz restorasyon çalışmalarının ardından 6 Mayıs 2024 Pazartesi günü yeniden cemaatle namaz kılınmaya başlandı.
İstanbul’un Fatih İlçesi’nde yer alan Kariye Camii gerek evrensel, gerek millî ve de gerekse tarihi ve kültürel miras zaviyelerinden birinci derece anıt eser niteliğini taşıyor. İbadethane Bizans sanatı ve mimarisinin önde gelen eserlerinden biri olarak gösteriliyor.
KARİYE CAMİİ’NİN MUFASSAL TARİHİ
Tarihi, altıncı yüzyıl gibi erken bir döneme kadar uzanan Khora Manastır Kilisesi, on birinci ve on ikinci yüzyıllarda imparatorluk ailesi olan Komnenos Hanedanı döneminde iki kez tecdiden ihya edilir.
1316-1321 yılları arasında da Bizans yöneticilerinden Theodoros Metokhites tarafından onarılan yapı mozaik ve fresklerle bezenerek bugünkü mimari kurgusu ile sanat formunu alır.
Ayasofya-i Kebir Cami-i Şerifi’nden sonra en fazla tanınan, içerisindeki mozaik ve freskleri ile Bizans ve dünya sanatının gelişiminde önemli bir yere sahip olan Kariye Camii, Haliç’in güneyinde, İstanbul’un altıncı tepesi Edirnekapı’da inşa edilmiştir.
İSTANBUL’UN FETHİNDEN 58 YIL SONRA CAMİYE ÇEVRİLDİ.
İstanbul’un fethinden sonra Fatih Sultan Mehmed Han’ın emriyle Khora Kilisesi’ndeki mozaikler ve freskler korunarak üzerleri sıvayla kapatılmıştır.
İstanbul’un fethinden 58 yıl sonra II. Bayezid (1481–1512) döneminde Miladi takvimin yaprakları 1511’i gösterirken devrin sadrazamı Hadım Ali (Atik Ali Paşa) Paşa tarafından camiye dönüştürülen yapıya minare eklenmiştir.
953/1546 tarihli İstanbul Vakıfları Tahrir Defterinde ‘Kenise (kilise) Camii’ adıyla tabir edilen mabedin, Hadım Ali Paşa’nın Çemberlitaş’taki evkâfına bağlı olduğu anlaşılmaktadır. Cami, bu dönemde etrafına eklenen sıbyan mektebi, medrese ve imaret vb. yapılarla külliye vasfını kazanmıştır.
Kariye Camii, 29 Ağustos 1945 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla ibadete kapatılarak Kariye Müzesi’ne çevrilmiş bu tasarrufla üzerleri sıvayla kapanmış olan mozaikler ve freskler açılmıştır.
Yaklaşık üç nesil boyunca müze statüsünde tutulan Kariye Camii hatırlanacağı üzere Danıştay 19. Dairesi’nin aldığı karar doğrultusunda 21.08.2020 tarihinde yeniden cami statüsüne kavuşturulmuştu.
Kariye Camii tarihinin en geniş ve kapsamlı restorasyon süreci ise Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün himaye ve destekleriyle Taksim Yapı’nın uhdesindeki onlarca restorasyon uzmanı, arkeolog, sanat tarihçisi ve mimarın emekleriyle Mayıs 2024 ayında tamamlandı. 6 Mayıs 2024 tarihinde açılışı yapılan mabed cemaatine kavuştu.
İBADETHANE FARKLI MİMARİ UNSUR VE ÜSLUPLARI HÂVÎ
Farklı mimari unsur ve üslupları hâvî olan kadim ibadethane asırlar boyunca geçirdiği büyük inşa, tecdiden ihya ve restorasyon çalışmalarından sonra bugünkü şeklini aldı.
İçerisinde birbirinden âlâ keyfiyeti hâiz mozaik bezemeler ve hikâyesi olan fresk panolar bulunan Kariye Camii, dışarıdan bakıldığında taş ve tuğla duvarlarıyla sade bir yapı hüviyetinde.
Sadece kubbe kasnağı orijinal olarak bugüne gelen Kariye Camii’nin yıkılan kubbesi ahşaptan yapılarak üzeri alçı ile kaplandı. Uzunlamasına dikdörtgen bir yapıya sahip olan tarihi caminin içerisinde on altı adet pencere mevcut. Camideki bu pencerelerin içerdeki bölümün aydınlatılması için uzun şekilde yapıldığı biliniyor. Zemininde ve duvarlarında mermer kullanılan tarihi caminin iç mekân süslemelerinde mozaik ve freskler göze çarpıyor.
YAPI SAĞLIĞI İZLEME SİSTEMİ
Gerek restorasyon sürecinde gerekse de restorasyon sonrasındaki süreçte anlık olarak yapı sağlığının izlenebilmesi amacıyla yapı izleme sistemi kurulan mimari abidede yapılan son restorasyon süreçlerini yüklenici firman Taksim Yapı’nın YK Başkanı Mimar Erhan Uludağ Katılım Bankamız için şu cümlelerle özetledi: “Kariye Camii’nin restorasyon süreci, başlangıcından itibaren büyük bir özen ve titizlikle yürütülmüştür. Gerek restorasyona başlamadan önce gerekse de restorasyon süresince, mimarlarımız, sanat tarihçilerimiz ve uzman ekiplerimizle birlikte yapılan titiz araştırmalar, yapının aslına uygun bir şekilde restore edilmesi için temel amacımız olmuştur. Kariye Camii’nin tarihi dokusu, Kariye Bilim Kurulu tarafından verilen kararlar doğrultusunda korunmuş ve aslına uygun bir hâle getirilmiştir.
MİMAR ULUDAĞ: KARİYE CAMİİ’Nİ GELECEK NESİLLERE DOĞRU BİR ŞEKİLDE AKTARILMASI İÇİN ÇALIŞTIK.
Bu projede özellikle vurgulamak istediğimiz noktalar mevcut. Jeofizik çalışmalar (GPR/ Jeoradar ve PUNDİT/ultrasonik ses ölçümleri), sismik etüd çalışmaları ve yapı sağlığı izleme sistemi gibi modern teknolojilerin kullanımı, restorasyon sürecinde doğru müdahalelerin yapılmasını sağladı. Aletsel gözlem izleme sistemi ve düşey hareket izleme sistemleri ise yapıya sürekli olarak göz kulak olmayı mümkün kıldı. Tüm bu yeniliklerle Kariye Camii’nin gelecek nesillere doğru bir şekilde aktarılması sağlanmıştır.
İç ve dış nartekslerde gerçekleştirilen konservasyon işlemleri, uzman ekiplerimiz tarafından titizlikle yürütülmüştür. Bu işlemler, yapıdaki tarihi ve kültürel mirası korumak adına büyük önem taşımaktadır. Ayrıca, çalışmaya başlamadan önce ve akabinde restorasyon süresince yapısal analiz çalışmaları titizlikle gerçekleştirilmiştir. Bu sayede Taksim Yapı olarak, yapının en üst düzeyde güvenliği sağlanmış ve yeni teknolojilerin kullanımıyla yapının güvenliği teminat altına alınmıştır.
Temel kotlarında kullanılan paslanmaz çelik gergilerle, yapının sağlığı korunmuş, çatlak hatlarında ise paslanmaz çelik tijlerle dikiş yapılarak yapısal sağlamlık güvence altına alınmıştır.
Ayrıca, camii içinde tespit edilen çimento esaslı zemin kaplamaları sökülüp, yerine aslına uygun olarak şeşhane tuğlası kaplanmıştır. Tüm cephelerde ise çimento esaslı derzler temizlenerek, camii aslına uygun olarak taş-tuğla tümleme yapılarak aslına uygun hale getirilmiştir.
Bu özenli çalışmalarla, Kariye Camii’nin tarihi dokusu korunarak, gelecek nesillere aktarılması sağlanmıştır. Bu süreçte emeği geçen tüm çalışma arkadaşlarıma ve iş ortaklarımıza içten teşekkürlerimi sunuyorum.”
TEŞEKKÜRLERİMİZLE
Kariye Camii restorasyonu özelinde Vakıflar Genel Müdürlüğü nezdinde ibadethaneye hizmetleri sebkat eden tüm paydaşları tebrik ediyoruz.
DAVACI :Sürekli Vakıflar, Tarihi Eserlere ve Çevreye Hizmet Derneği
VEKİLİ : Av. Selami Karaman
DAVALI :Cumhurbaşkanlığı (Başbakanlık) / ANKARA
VEKİLİ :Hukuk Müşaviri Zeynep Gökçe Zengin / aynı yerde
DAVANIN KONUSU :Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması amacıyla Başbakanlığa yapılan 31/08/2016 tarihli başvurunun Başbakanlığın bağlı kuruluşu olan Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul 1. Bölge Müdürlüğünce reddine yönelik 19/10/2016 tarih ve 27882 sayılı işlemin dayanağı olan Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesine ilişkin 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istenilmektedir.
DAVACININ İDDİALARI :Davacı tarafından, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararındaki imzaların gerçekliğinin grafolojik yönden incelenmesi gerektiği, 1924 Anayasası’nın 52. maddesi gereğince kararnamelerin Resmî Gazete’de yayımlanması ve Danıştay’ın incelemesinden geçirilmesi gerekirken bu şartlara uyulmadığı, Kararda imzaları bulunan bazı bakanların karar tarihinde Ankara dışında olduklarının Meclis tutanakları ile sabit olduğu, Ayasofya’nın tapu kaydında “müze” değil, “cami” ifadesinin yer aldığı ve UNESCO’nun resmi internet sitesinde müze olarak tanımlanmadığı, vakıf malı olan Ayasofya’nın vakfiyesine uygun bir şekilde cami olarak kullanılması gerektiği, vakfedenin iradesine aykırı hareket edildiği, Ayasofya’nın Kültür ve Turizm Bakanlığına tahsisine yönelik alınmış bir karar bulunmadığı ileri sürülerek, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının iptali istenilmektedir.
DAVALIİDARENİNSAVUNMASI:Davalı (Kapatılan) Başbakanlık tarafından, 1934 yılında yürürlüğe konulan Bakanlar Kurulu Kararına karşı yıllar sonra dava açılamayacağı, davanın süresinde olmadığı; davacının Başbakanlığa ve diğer kurumlara Ayasofya ile ilgili olarak zaman zaman başvurularda bulunduğu, davaya esas başvuru içeriğinin bir öncekinden farksız olduğu, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının iptali hususunda muhtelif davalar açıldığı, yine aynı işleme karşı davacı tarafından daha önce açılan davanın reddedildiği ve bu kararın kesinleştiği, işlem hakkında kesin hüküm bulunduğu; Ayasofya Camii’nin 1470 tarihli Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı vakfiyesinden olup tapunun 57 pafta, 57 ada, 7 parselinde “türbe, akaret, muvakkithane ve medreseyi müştemil Ayasofya’yı Kebir Camii Şerifi” olarak kayıtlı olduğu, söz konusu Vakfın tüzel kişiliğe sahip bir mazbut vakıf olduğu ve Vakıflar Genel Müdürlüğünce temsil ve idare edildiği; Devlet idaresinin en yüksek karar organı olan Bakanlar Kurulunun idare alanında genel karar organı olduğu, Anayasa ve kanunlarla kendisine ayrıca ve açıkça yetki verilmemiş olsa bile, idare alanında “kanuna dayanmak” ve “Anayasaya ve kanunlara aykırı olmamak” şartıyla istediği her işlemi yapmak konusunda yetkili olduğu; Ayasofya’nın tahsis ve kullanım şeklinin değiştirilmesinin yürütmenin takdirinde olduğu, ulusal ve uluslararası koşullar ile iç
hukukumuz çerçevesinde Bakanlar Kurulunca bu konuda her zaman karar alınabileceği, Bakanlar Kurulu Kararında yer alan imzaların sahte olduğu iddiasının gerçeği yansıtmadığı öne sürülerek, davanın reddi gerektiği savunulmaktadır.
DANIŞTAY TETKİK HÂKİMİ : Uğur Yasin Yolal
DÜŞÜNCESİ : Dava konusu işlemin iptal edilmesi gerektiği düşünülmektedir.
DANIŞTAY SAVCISI : Aytaç Kurt
DÜŞÜNCESİ : Davacı tarafından, Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesine ilişkin 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının üzerindeki Atatürk imzasının kriminoloji laboratuvarında incelettirilmesi ve iptali istenilmektedir.
Bakılan davanın açılmasından önce, aynı istemle açılan davanın Danıştay Onuncu Dairesinin 31/03/2008 tarih ve E:2005/127, K:2008/1858 sayılı kararıyla esas yönünden incelenerek reddedildiği, anılan kararın Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 10/12/2012 tarih ve E:2008/1775, K:2012/2639 sayılı kararıyla değişik gerekçeyle onandığı, davacının karar düzeltme isteminin de 06/04/2015 tarih ve E:2013/3803, K:2015/1193 sayılı kararla reddedildiği anlaşılmaktadır.
Bu durumda, davacının 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararından en geç yukarıda anılan davanın açıldığı tarihte haberdar olduğunun kabulü gerektiği, sonradan dava hakkı doğuracak nitelikte yeni bir hukuki durumun da ortaya çıkmadığı dikkate alındığında bakılan davanın süre aşımı nedeniyle incelenmesine olanak bulunmamaktadır.
İşin esasına gelince;
Dosyanın incelenmesinden, türbe, akaret, muvakkıthane ve medreseyi de kapsayan Ayasofya Camiinin bulunduğu İstanbul İli, Eminönü İlçesi, Cankurtaran Mahallesi Bab-ı Hümayun Sokağı, 57 pafta, 57 ada, 7 sayılı parselde bulunan 2 hektar 6644 m²’ den ibaret taşınmazın 19.11.1936 tarihinde Fatih Sultan Mehmet Vakfı adına tapuya tescil edildiği, eşsiz bir mimarlık ve sanat abidesi olan Ayasofya Camiinin, müzeye çevrilmesi konusunda o dönemde vakıflardan sorumlu olan Maarif Vekaletinin (Milli Eğitim Bakanlığı) 4.11.1934 tarih ve 94041 sayılı yazısıyla, Ayasofya Camiinin çevresindeki evkafa ait dükkanların yıktırılması, diğerlerinin de evkafça istimlak edilmesi suretiyle güzelleştirilmesi ve tamiri ve daimi muhafazası masraflarına karşılık da evkafça bu sene ve gelecek sene bütçelerinden muayyen bir para ayrılması hakkında bir karar alınması suretiyle Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesinin istenildiği, Evkaf Umum Müdürlüğü’nün (Vakıflar Genel Müdürlüğü) 7.11.1934 tarih ve 153197/107 sayılı yazısıyla da, vakfın durumunun parasal olarak değerlendirilmesi üzerine, 24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla; Ayasofya Camiinin çevresindeki evkafa ait binaların Evkaf Umum Müdürlüğü’nce yıktırılarak temizlettirilmesi ve diğer binaların istimlak, yıkma ve binanın tamir ve muhafaza masrafları da Maarif Vekilliğince verilmek suretiyle Ayasofya Camiinin müzeye çevrilmesine karar verildiği anlaşılmaktadır.
Bütün insanlığın ortak mirası olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip kültürel ve doğal sitleri dünyaya tanıtmak, toplumda sözkonusu evrensel mirasa sahip çıkacak bilinci oluşturmak ve çeşitli sebeplerle bozulan, yok olan kültürel ve doğal değerlerin yaşatılması için gerekli işbirliğini sağlamak amacıyla Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansınca 16 Kasım 1972 tarihinde Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme kabul edilmiştir. 14.04.1982 tarih ve 2658 sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan bu Sözleşme, 23.05.1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14.02.1983 tarih ve 17959 sayılı Resmî Gazete’de yayınlanmıştır.
Bu Sözleşmenin başlangıç bölümünde; kültürel mirasın ve doğal mirasın sadece geleneksel bozulma nedenleriyle değil, fakat sosyal ve ekonomik şartların değişmesiyle bu durumu vahimleştiren daha da tehlikeli çürüme ve tahrip olgusuyla gittikçe artan bir şekilde yok olma tehdidi altında olduğu, kültürel ve doğal mirasın herhangi bir parçasının bozulmasının veya yok olmasının, bütün dünya milletlerinin mirası için zararlı bir yoksullaşma teşkil ettiği, bu mirasın ulusal düzeyde korunmasının, korumanın gerekli kıldığı kaynakların genişliği ve kültürel varlığın toprakları üstünde bulunduğu ülkenin ekonomik, bilimsel ve teknik kaynaklarının yetersizliği nedeniyle çoğu kez tamamlanmamış olarak kaldığı, örgüt yasasının, dünya mirasının muhafaza ve korunmasını sağlamak ve ilgili milletlere gerekli uluslararası sözleşmeleri tavsiye etmek suretiyle bilgi muhafazasını arttırmayı ve yaymayı öngördüğü, kültürel ve doğal varlıklara ilişkin mevcut uluslararası sözleşme, tavsiye ve kararların hangi halka ait olursa olsun bu eşsiz ve yeri doldurulmaz kültür varlıklarının korunmasının dünyanın bütün halkları için önemini gösterdiği, kültürel ve doğal mirasın parçalarının istisnaî bir öneme sahip olduğu ve bu nedenle tüm insanlığın dünya mirasının bir parçası olarak muhafazasının gerektiği, kültürel ve doğal varlıkları tehdit eden yeni tehlikelerin vüsat ve ciddiyeti karşısında, ilgili devletin faaliyetinin yerini almamakla beraber bunu müessir bir şekilde tamamlayacak kolektif yardımda bulunarak, istisnaî evrensel değerdeki kültürel ve doğal mirasın korunmasına iştirakin, bütün milletlerarası camianın ödevi olduğu, bu amaçla, daimi bir temel üzerine ve modern bilimsel yöntemlere uygun olarak, istisnaî değerdeki kültürel ve doğal mirasın kolektif korunmasına matuf etkin bir sistemi kuran yeni hükümleri, bir sözleşme biçiminde kabulünün zorunlu olduğu hususlarına yer verilerek bu sözleşmenin kabul edildiği vurgulanmaktadır.
Söz konusu Sözleşme hükümlerinin bir gereği olarak oluşturulan Dünya Miras Listesi, UNESCO’ya bağlı Dünya Miras Komitesi tarafından belirlenerek bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilmiş doğal ve kültürel varlıkları göstermektedir. Böyle bir liste oluşturmadaki amaç, tüm insanlığın malı olan değerlerin korunmasında uluslar arası işbirliğini mümkün kılmaktır. Düzenli olarak yenilenen listede 2008 yılı itibariyle 141 ülkeye ait 851 varlık bulunmaktadır. Bunların 660’ı kültürel, 166’sı doğal, 25’i ise kültürel ve doğal varlıktır. Kültürel bir miras niteliği taşıyan İstanbul’un tarihi alanları 6.12.1985 tarihinde Dünya Miras Listesine dahil edilmiştir.
İstanbul’un tarihi alanlarının en önemli parçalarından biri olan ve ortak miras olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip Ayasofya’nın, müze olarak kullanılması idarenin takdir yetkisi kapsamındadır ve dava konusu işlemde hukuka aykırılık bulunmamaktadır.
Davacı tarafından, Ayasofya Camii’nin müzeye çevrilmesine ilişkin 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının üzerindeki Atatürk imzasının kriminoloji laboratuvarında incelettirilmesi istenilmektedir. Dosyanın incelenmesinden, T.C. Başvekalet Kararlar Müdürlüğünce 14/11/1934 tarih ve 94041 sayılı Tezkere uyarınca İcra Vekilleri Heyetince kararnamenin hazırlandığı ve onaya sunulduğu, Cumhurbaşkanınca Kararnamenin imzalandığı, Müzenin 01/02/1935 tarihinde faaliyete geçtiği göz önüne alındığında Cumhurbaşkanının iradesinin oluşmadığından söz edilemeyeceğinden iddianın incelenmesi istemi yerinde görülmemiştir.
Karar veren Danıştay Onuncu Dairesince, duruşma için önceden taraflara bildirilen 02/07/2020 tarihinde davacı Derneği temsilen İsmail Kandemir ile davacı Dernek vekili Av. Selami Karaman’ın, Cumhurbaşkanlığını temsilen Hukuk Müşaviri Zeynep Gökçe Zengin’in geldikleri, Danıştay Savcısının hazır olduğu görülmekle açık duruşmaya başlandı, taraflara iddia ve savunmalarını açıklamaları için usûlüne uygun söz verilip, Danıştay Savcısının düşüncesi alındıktan ve tarafların Savcı düşüncesine yönelik beyanları dinlendikten sonra duruşmaya son verildi.
Davacının, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında yer alan imzaların gerçeği yansıtmadığı, Kararda imzaları bulunan bazı bakanların karar tarihinde Ankara dışında olduklarının Meclis tutanakları ile sabit olması nedeniyle imzalarının geçersiz olduğu ve grafolojik yönden incelenmesi gerektiği iddiaları yönünden, dosyada konu ile ilgili inceleme yapılmasını gerektirecek yeterli emare bulunmadığı kanaatine ulaşıldığından söz konusu imzaların gerçekliğiyle ilgili inceleme yapılmasına gerek görülmemiştir.Davalı idarenin davada süre aşımı olduğu iddiası yönünden;
2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 7. maddesinin birinci fıkrasında; dava açma süresinin, özel kanunlarında ayrı süre gösterilmeyen hâllerde Danıştay’da ve idare mahkemelerinde altmış ve vergi mahkemelerinde otuz gün olduğu, dördüncü fıkrasında ise, ilanı gereken düzenleyici işlemlerde dava süresinin, ilan tarihini izleyen günden itibaren başlayacağı, ancak bu işlemlerin uygulanması üzerine ilgililerin, düzenleyici işlem veya uygulanan işlem yahut her ikisi aleyhine birden dava açabilecekleri hükme bağlanmış, aynı Kanun’un 10. maddesinde de; ilgililerin, haklarında idari davaya konu olabilecek bir işlem veya eylemin yapılması için idari makamlara başvurabilecekleri, altmış gün içinde bir cevap verilmezse isteğin reddedilmiş sayılacağı, ilgililerin altmış günün bittiği tarihten itibaren dava açma süresi içinde, konusuna göre Danıştay’a, idare ve vergi mahkemelerine dava açabilecekleri hüküm altına alınmıştır.
Dava konusu olayda, davacı Dernek tarafından 31/08/2016 tarihinde Başbakanlık genel evrak kaydına giren dilekçe ile “Ayasofya Camii’nin müze olmasının hukuken ve vakfen mümkün olmadığı, 7044 sayılı Aslında Vakıf Olan Tarihi ve Mimari Kıymeti Haiz Eski Eserlerin Vakıflar Umum Müdürlüğüne Devrine Dair Kanun’un, Bakanlar Kurulu Kararından önce uyulması gereken bir hukuk normu olduğu, Türkiye Cumhuriyetinde hukukun Anayasa’nın teminatı altında olduğu” ileri sürülerek hak, hukuk ve vakıf senedine göre Ayasofya Camii’nin ibadete açılması talep edilmiştir. Anılan başvuruya, Başbakanlık bağlı kuruluşu Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul 1. Bölge Müdürlüğünün 19/10/2016 tarih ve 27882 sayılı yazısıyla “Ayasofya Camii mülkiyetinin Vakıflar Genel Müdürlüğüne ait olmakla birlikte, dava konusu 24.11.1934 tarih ve 2/1589 sayılı İcra Vekilleri Heyetince müzeye çevrilmiş olup, halen Kültür ve Turizm Bakanlığının sorumluluğunda müze olarak devam ettiği” belirtilerek cevap verilmiş ve bu suretle söz konusu talep reddedilmiş bulunmaktadır.
Davacı Derneğin Başbakanlığa yapmış olduğu başvuru 2577 sayılı İdari Yargılama Usulü Kanunu’nun 10. maddesi kapsamında yapılan bir başvuru niteliğinde olup, Ayasofya’nın müze statüsünde kullanımının hukuk ve vakıf senedine aykırı olduğu iddiasıyla cami olarak kullanıma açılması talebini içermektedir. Bu talebin reddine dair işlem, dava dilekçesi ekinde ibraz edilen taahhütlü tebliğ alındısı suretine göre davacı Derneğe 24/10/2016 tarihinde tebliğ edilmiş ve altmış günlük yasal dava açma süresi içinde kalan 20/12/2016 tarihinde de bu dava açılmıştır. Esasen Dairemizin E:2018/3786 sayılı dosyasında doğrudan dava konusu Bakanlar Kurulu Kararına karşı açılan dava, davalı idareye yeni bir başvuru yapılmadan ve konu ile ilgili tesis edilmiş bireysel bir işlem olmadan açılmış bulunduğundan 13/09/2018 tarihinde verilen K:2018/2588 sayılı süre ret kararıyla sonuçlanmış iken, bu dava bahis konusu başvuru üzerine tesis edilen yeni bir bireysel işlem akabinde açılmış olduğundan, dosya esas yönünden görüşülmek üzere tekemmül ettirilmiştir.
Davacı Derneğin başvurusunun reddedilmesine dair işlem, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı dayanak alınmak suretiyle tesis edilmiştir. Dolayısıyla davacı, hakkında idari davaya konu olabilecek bireysel işlemin tesis edilmesi üzerine hem bu işlem, hem de dayanak işleme veya bunlardan herhangi birine karşı dava açabilecek olup, uyuşmazlıkta da, bireysel ret işleminin dayanağını oluşturan Bakanlar Kurulu Kararına karşı söz konusu işlemin tebliği üzerine yasal süresi içinde dava açılmıştır. Bu nedenle, davalı idarenin süre aşımı itirazı yerinde görülmemiştir.Davalı idarenin, tarafları ve konusu aynı olan önceki bir davada Dairemizce verilen kesin bir hüküm bulunduğu iddiasına gelince;
Söz konusu kesin hüküm iddiasına ilişkin karar; Dairemizin 31/03/2008 tarih ve E:2005/127, K:2008/1858 sayılı davanın reddine ilişkin kararının değişik gerekçe ile onanmasına dair İdari Dava Daireleri Kurulunun 10/12/2012 tarih ve E:2008/1775, K:2012/2639 sayılı kararıdır.
Anılan Kararda, “… Dünya Miras Listesine dahil edilerek tüm insanlığın ortak değeri kabul edilen Ayasofya’nın da, anılan sözleşme hükümleri gereğince, bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti tarafından korunacağı ve yaşatılacağı açıktır. Koruma ve yaşatma ilkesine uygun olmak şartıyla, Ayasofya’nın kullanım şeklinin ise iç hukukumuza göre belirlenmesi önünde anılan Sözleşmede engel bir kural bulunmamaktadır.
Davalı idare tarafından, Ayasofya’nın tarihi, mimari ve kültürel nitelikleri nedeniyle ve korunması amacıyla diğer camilerden farklı değerlendirilmesinin zorunlu olduğu, bu zorunluluklar nedeniyle ve 1934 yılındaki ulusal ve uluslararası koşullar dahilinde, dava konusu işlemle kullanım şeklinin müze olarak belirlendiği belirtilmektedir.
Ulusal ve uluslararası koşullardaki değişiklikler gözetilerek ve Ayasofya’nın tarihi, mimari ve kültürel niteliklerini koruma ve yaşatma amacına bağlı kalınarak Ayasofya’nın kullanım şeklinin müze olmaktan çıkartılması ve başka bir amaca tahsis edilmesi de idarenin takdirinde bulunmaktadır. …” gerekçesine yer verilmiş ve bu gerekçe ile davanın reddine ilişkin karar onanmıştır.
Bahse konu kararda, Ayasofya’nın kullanım şeklinin iç hukukumuza göre belirlenmesi önünde Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’de engel bir hükmün bulunmadığı belirtildikten sonra, Ayasofya’nın müze vasfından başka bir amaca tahsisinin idarenin takdirinde olduğuna hükmedilmiştir. Ancak, söz konusu dava içeriğinde; Ayasofya’nın mülkiyeti, vakıf niteliği ve tapusunda yer alan vasfı itibarıyla vakıf senedinde tahsis edildiği amaç dışında kullanımının hukuka aykırı olduğuna ilişkin iddialar yönünden esasa ilişkin herhangi bir inceleme ve değerlendirme bulunmadığı gibi, buna dair herhangi bir gerekçe ve hüküm de yer almamıştır.
Bu itibarla, davacı Derneğin daha önceki davalar kapsamında yargılama konusu yapılmayan, hakkında herhangi bir gerekçe ve hüküm bulunmayan dava sebepleri yönünden 2577 sayılı Kanun’un 10. maddesi gereğince yaptığı yeni ve farklı bir başvuru sonucu tesis edilen işlem üzerine ortaya çıkan uyuşmazlığın esasının incelenmesi gerekmekte olup, belirtilen konular hakkında kesinleşen bir hükümden söz edilemeyeceğinden, davalı idarenin usûle ilişkin iddiaları yerinde görülmeyerek, Tetkik Hâkiminin açıklamaları dinlendikten ve dosyadaki belgeler incelendikten sonra işin esasına geçilerek gereği görüşüldü:
MADDİ OLAY VE HUKUKİ SÜREÇ:
1470 tarihli Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı’nın vakfiyesinde “cami” olarak gösterilen ve 19/11/1936 tarihli tapu senedi uyarınca İstanbul İli, Eminönü İlçesi (hâlen Fatih İlçesi), Cankurtaran Mahallesi, Babı Hümayun Sokak, 57. Pafta, 57. Ada, 7 numaralı Parselde “türbe, akaret, muvakkithane ve medreseyi müştemil Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi” vasfı ile “Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı” adına kayıtlı Ayasofya’nın yeniden ibadete açılması talebiyle davacı Dernek yetkilisi tarafından 31/08/2016 tarihli dilekçe ile (kapatılan) Başbakanlığa başvurulmuştur.
Anılan dilekçeye Vakıflar Genel Müdürlüğü İstanbul 1. Bölge Müdürlüğünün 19/10/2016 tarih ve 27882 sayılı yazısı ile Ayasofya Camii’nin müze olarak kullanımının devam ettiği yönünde cevap verilmiş olup, davacıya bu yazı 24/10/2016 tarihinde tebliğ edilmiş ve bunun üzerine 20/12/2016 tarihinde kayda giren dilekçe ile bakılmakta olan dava açılmıştır.
İNCELEME VE GEREKÇE :
a) İlgili Mevzuat:
Mülga 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un 1. maddesinde “Kanunu medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr hâdiselerin hangi kanun meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır.
Binaenaleyh 4 teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vukubulmuş olan muamelelerin hukukan lâzimülifa olup olmamaları ve neticeleri, mezkûr tarihten sonra dahi, vukuları zamanında meri olan kanunlara tevfikan tayin olunur. …” hükmüne, 8. maddesinde ise “Kanunu medeninin meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.”
hükmüne yer verilmiştir.
Benzer şekilde, 864 sayılı Kanun’u yürürlükten kaldıran 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medenî Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 1. maddesinde “Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önceki olayların hukukî sonuçlarına, bu olaylar hangi kanun yürürlükte iken gerçekleşmişse kural olarak o kanun hükümleri uygulanır.
Türk Medenî Kanununun yürürlüğe girdiği tarihten önce yapılmış olan işlemlerin hukuken bağlayıcı olup olmadıkları ve sonuçları, bu tarihten sonra dahi, yapıldıkları sırada yürürlükte bulunan kanunlara göre belirlenir. …” hükmüne, 8. maddesinde ise “Türk Kanunu Medenîsinin yürürlüğe girmesinden önce kurulmuş bulunan vakıflar hakkında yürürlükte olan özel hükümler saklı kalmaya devam eder. ” hükmüne yer verilmiştir.
05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesinde “Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahud işe yaramaz bir hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece ayni olan diğer hayrata tahsis edilebileceği gibi bu kabîl hayrat ayın veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayın veya para dahi ayni suretle diğer hayrata tahsis olunabilir.
Mimarî veya tarihî değeri olan eserler satılamaz.” hükmü yer almaktadır.
Hâlen yürürlükte bulunan 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 15.
maddesinde “Vakıfların hayrat taşınmazları haczedilemez, rehnedilemez, bu taşınmazlarda mülkiyet ve irtifak hakkı için kazandırıcı zamanaşımı işlemez.
Genel Müdürlüğe, mazbut ve mülhak vakıflara ait olup, tahsis edildikleri amaca göre kullanılmaları kanunlara veya kamu düzenine aykırı yahut tahsis amacına uygunluğunu kaybetmiş, kısmen veya tamamen hayrat olarak kullanılması mümkün olmayan taşınmazlar; mazbut vakıflarda Meclis kararı ile mülhak vakıflarda vakıf yöneticisinin talebi üzerine Meclis kararı ile gayece aynı veya en yakın başka bir hayrata dönüştürülebilir, akara devredilebilir veya paraya çevrilebilir. Bu paralar aynı surette diğer bir hayrata tahsis olunur. Aynı vakıf içerisindeki dönüştürme veya devirlerde bedel ödenmez.” hükmüne, 16. maddesinde de, “Mazbut vakıflara ait hayrat taşınmazlara, Genel Müdürlük tarafından öncelikle vakfiyeleri doğrultusunda işlev verilir. Genel Müdürlükçe değerlendirilemeyen veya işlev verilemeyen hayrat taşınmazlar; fiilen asli niteliğine uygun olarak kullanılıncaya kadar kiraya verilebilir.
Bu hayrat taşınmazlar; Genel Müdürlükçe işlev verilmek amacıyla, vakfiyesinde yazılı hizmetlerde kullanılmak üzere Genel Müdürlüğün denetiminde onarım ve restorasyon karşılığı kamu kurum ve kuruluşlarına, benzer amaçlı vakıflara veya kamu yararına çalışan derneklere tahsis edilebilir. ” hükmüne yer verilmiştir.b) Vakıf Müessesesi
Anayasa Mahkemesinin 04/12/1969 tarih ve E:1969/35, K:1969/70, 26/12/2013 tarih ve E:2013/70, K:2013/166 sayılı kararlarında da vurgulandığı üzere, kökü İslâm hukukuna dayanan, temelinde vakfedenlerin iradesi bulunan ve bir sosyal yardım kurumu olan vakıflar, bir mülkün menfaatlerinin sosyal ve kültürel hizmetlere tahsis edilmek üzere özel mülkiyetten çıkarılarak temlik ve temellükten yasaklanmak suretiyle kamu yararına özgülenmesini ifade etmektedir.
22/11/2001 tarih ve 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu’nun 101. maddesinde vakıflar, “gerçek veya tüzel kişilerin yeterli mal ve hakları belirli ve sürekli bir amaca özgülemeleriyle oluşan tüzel kişiliğe sahip mal toplulukları” olarak tanımlanmıştır.
Günümüzde vakıf kurulabilmesi, 4721 sayılı Türk Medenî Kanunu hükümlerine göre mümkün olmakla birlikte, anılan Kanun’un yürürlüğe girdiği tarihten önce kurulmuş olan vakıfların, tarihten gelen özellikleri, kuruluş irade ve amaçları ile vakıf senetlerindeki şartlar gereği korunmaları ve sürekliliklerinin sağlanması hususları gözetilerek, “mazbut vakıflar”, “mülhak vakıflar”, “yeni vakıflar”, “cemaat vakıfları” ve “esnaf vakıfları”nın yönetimi, faaliyetleri ve denetimi, yurt içi ve yurt dışındaki taşınır ve taşınmaz vakıf kültür varlıklarının tescili, muhafazası, onarımı ve yaşatılması, vakıf varlıklarının ekonomik şekilde işletilmesi ve değerlendirilmesinin sağlanmasına ilişkin usûl ve esaslar 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nda düzenlenmiştir.
Vakıf amaç ve faaliyetlerinin yerine getirilmesi için gelir getirici şekilde değerlendirilmesi zorunlu olan taşınır ve taşınmazlara “akar”, vakıfların doğrudan toplumun istifadesine bedelsiz olarak sundukları mal ve hizmetlere “hayrat” adı verilmektedir.c) Eski Vakıflar Hakkında Uygulanacak Hukuk Kuralları
17/02/1926 tarih ve 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi 04/04/1926 tarih ve 339 sayılı Resmî Gazete’de yayımlanmış ve yürürlük tarihinin düzenlendiği 936. maddesi hükmü gereği yayımı tarihinden altı ay sonra 04/10/1926 tarihinde yürürlüğe girmiştir.
19/06/1926 tarih ve 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un “Umumî hükümler, Kanunun makabline şümulü” başlıklı 1. maddesinde “Kanunu medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr hadiselerin hangi kanun meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır. Binaenaleyh 4
teşrinievvel 1926 tarihinden evvel vukubulmuş olan muamelelerin hukukan lâzimülifa olup olmamaları ve neticeleri, mezkûr tarihten sonra dahi, vukuları zamanında meri olan kanunlara tevfikan tayin olunur. …” kuralına, “Kanunu medeniden evvel müesses evkaf, tesisler” başlıklı 8. maddesinde ise “Kanunu medeninin meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur. Kanunu medeninin meriyete vazından sonra vücuda getirilecek tesisler, kanunu medenî ahkâmına tâbidir.” kuralına yer verilerek, 743 sayılı Kanun’un yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulan eski vakıfların yeni Kanun hükümlerine tabi olması uygun görülmediğinden, 864 sayılı Kanun’un 8. maddesinde, Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflara dair ayrı bir kanuni düzenleme yapılacağı belirtilmiş ve bu kapsamda 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı Vakıflar Kanunu yürürlüğe konulmuştur.
Benzer şekilde, 1 Ocak 2002 tarihinde 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesiyle birlikte, 864 sayılı Kanun’u yürürlükten kaldıran 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun’un 8. maddesinde de, 4721 sayılı Türk Medeni Kanunu’nun yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar için yürürlükte olan özel kurallar saklı tutularak 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulmuş olan vakıfların hukuki statülerinin muhafazasına karar verilmiştir.
Buna göre, kanun koyucu, eski vakıfları kuranların iradelerine ve sözleşme hürriyetine olabildiğince saygı göstererek, 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nda eski vakıfları düzenlerken vakıf kurumunun ve ondan doğan ilişkilerin hukuki niteliğinde ve bu arada vakıf mallarının özel mülkiyet konusu mallar olmasında, herhangi bir değişiklik yapmamış, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce kurulan vakıfların hukuki statüleri 2762 sayılı Vakıflar Kanunu (hâlen 5737 sayılı Vakıflar Kanunu) hükümleri çerçevesinde korunmaya devam edilmiştir.ç) Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun Eski Vakıflarla İlgili Değerlendirmeleri
Yargıtay Hukuk Genel Kurulunun 30/05/2007 tarih ve E:2007/18-293, K:2007/310 sayılı Kararında vakıflarla ilgili olarak yapılan genel değerlendirme şu şekildedir:
“… Dava konusu vakıf, Osmanlı dönemine ait bir vakıftır. Bu nedenle davayı Osmanlı Vakıf Hukuku düzenlemelerine göre incelemek gerekir. Osmanlı tatbikatında vakıf; bir malı mülkiyetten çıkarıp menfaatlerini belli şartlarla, ebedi olarak bir hayır cihetine tahsis etmek demektir. Vakıf, kamu veya özel nitelikte kurulsa dahi hukuki bir tasarruf olduğunda şüphe yoktur. Ancak, hukuki tasarruflar, tek taraflı ve iki taraflı irade beyanı çeşitlerine ayrılmaktadır. O halde vakıf, hangi tür irade beyanına göre kurulmaktadır. Osmanlı hukukçularına göre; ister kamuya, isterse özel cihetlere tahsis edilsin veya birinci derecede vakıftan yararlanacak belli şahıslar bulunsun veya bulunmasın vakıf tek taraflı bir hukuki muameledir. Vakfedenin (vâkıf) icabıyla (irade beyanıyla) kurulur. Vakıf muamelesinin bağlayıcılık kazanması için hakimin yargılama sonucunda vakfın lüzumuna karar vermesi gerekir. Osmanlı tatbikatında buna tescil denilmektedir. Bir vakıf muamelesinin hem sahih hem de lâzım olabilmesi için tescili şart koşulmuştur. Tescil ile, vakfiyet ile verilen hükümler tarafları ve bütün hükmi şahısları bağlar. Artık hiçbir kimse vakıf mal aleyhinde mülkiyet ve istihkak iddiasıyla dava açamaz. … Vâkıfa ait mülk, vakfedildikten sonra kimin olacaktır. Osmanlı hukukçuları vakıf malların mülkiyetinin ‘…. Allahın mülkü hükmünde …’ diyerek hükmi bir şahsiyete intikal ettiğini açıkça söylemektedirler. Vakfın hukuki sonucu vakfedilen malın aslının hapsi ve menfaatinin Allahın kullarına ait olmasıdır. (Ebu-Üla Mardin, Ahkam-ı Evkaf, Ömer Hilmi Karinabadizade Ahkamül Evkaf) Vakıf muamelesiyle vakfedilen mal, bir çeşit manevi dokunulmazlık kazanır. Artık vakıf mal üzerinde, mülkiyet konusu bir malmış gibitasarruf olunamaz. … Yukarıda yapılan açıklamalardan hareketle Osmanlı tatbikatında vakıf; tek taraflı irade beyanıyla kurulan, yargılama sonucunda lüzumuna karar verilen, tescille hüküm ifade eden; konusu malum, muayyen ve dayanıklı bir malın, vakfedenin mülkiyetinden çıkarılıp özel ve tüzel kişilerin yararına, gayesine uygun bir biçimde mütevellilerince idare edilen hukuki müesseselerdir.
Osmanlı döneminde kurulan bir vakfın yukarıdaki esaslar dairesinde kurulup kurulmadığının tespiti ancak vakfın tüzüğü (vakfiye) ile belirlenebilir. ”d) Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun Kariye Camii’ne Dair Kararı
743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce kurulmuş, mazbut vakıf hayratı statüsünde bulunan, İstanbul İli, Fatih İlçesindeki Kariye Camii’nin müze ve müze deposu olarak kullanılmak üzere Milli Eğitim Bakanlığına tahsisine ilişkin 29/08/1945 tarih ve 3/3054 sayılı Bakanlar Kurulu Kararının iptali istemiyle Dairemizde açılan davada, 12/03/2014 tarih ve E:2010/14612, K:2014/1474 sayılı kararımızla, “… Birleşmiş Milletler Eğitim, Bilim ve Kültür Örgütü (UNESCO) Genel Konferansınca 16 Kasım 1972 tarihinde ‘Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’nin kabul edildiği, 14/04/1982 tarih ve 2658 sayılı Kanunla katılmamız uygun bulunan bu Sözleşme’nin, 23/05/1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14/02/1983 tarih ve 17959 sayılı Resmî Gazete’de yayımlandığı, … Söz konusu Sözleşme hükümlerinin bir gereği olarak oluşturulan Dünya Miras Listesi, UNESCO’ya bağlı Dünya Miras Komitesi tarafından belirlenerek bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilmiş doğal ve kültürel varlıkları gösterdiği, böyle bir liste oluşturmadaki amacın tüm insanlığın malı olan değerlerin korunmasında uluslar arası işbirliğini mümkün kıldığı düzenli olarak yenilenen listede 2008 yılı itibariyle 141 ülkeye ait 851 varlık bulunduğu bunların 660’ı kültürel, 166’sı doğal, 25’i ise kültürel ve doğal varlık olduğu, kültürel bir miras niteliği taşıyan İstanbul’un tarihi alanlarının 06/12/1985 tarihinde Dünya Miras Listesine dahil edildiği, İstanbul’un tarihi alanlarının önemli parçalarından biri olan ve ortak miras olarak kabul edilen evrensel değerlere sahip Kariye Müzesinin, inşa edildiği yüz yıllar öncesinden günümüze kadar uzanan süreçte tarihe tanıklık etmesi, belli bir zaman diliminde veya kültürel mekanda, mimarinin veya teknolojinin, anıtsal sanatların gelişiminde, şehirlerin planlanmasında veya peyzajların yaratılmasında, insani değerler arasındaki önemli etkileşimi göstermesi, insanlık tarihinin bir veya birden fazla anlamlı dönemini temsil eden yapı tipinin ya da mimari veya teknolojik veya peyzaj topluluğunun değerli bir örneğini sunması ve bir veya birden fazla kültürü temsil eden önemli bir örnek olması nedeniyle tüm dünyaya tanıtılma işlevinin gereği gibi yerine getirilebilmesi amacıyla müze olarak kullanılmasında hukuka aykırılık bulunmadığı ”
gerekçesiyle davanın reddine karar verilmiştir.
Dairemizin anılan kararının temyiz edilmesi üzerine Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 26/04/2017 tarih ve E:2014/4645, K:2017/1860 sayılı kararıyla temyize konu karar hukuka ve usûle uygun bulunmuş ve kararın onanmasına karar verilmiş ise de davacı tarafından, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının hukuka aykırı olduğu ileri sürülerek Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca verilen 26/04/2017 tarihli onama kararının düzeltilmesinin istenilmesi üzerine, Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunca, karar düzeltme dilekçesinde ileri sürülen nedenler, 2577 sayılı Kanun’un 54. maddesi hükmüne uygun bulunarak, karar düzeltme isteminin kabulü ile Danıştay İdari Dava Daireleri Kurulunun 26/04/2017 tarih ve E:2014/4645, K:2017/1860 sayılı kararı kaldırılarak temyiz istemi yeniden görüşülmüş olup, 19/06/2019 tarih ve E:2018/142, K:2019/3130 sayılı karar ile;
“Kariye Camii Şerifi, Osmanlı Devleti döneminde özel hukuk hükümlerine göre vakfedilmiş, mazbut Fatih Sultan Mehmet Vakfına ait hayrat taşınmazlardandır. Hayrat taşınmazlar; ibadethane, hastahane ve aşhane gibi doğrudan doğruya hayır hizmetlerinin ifası için kurulmuş olan vakıfların taşınmazlarıdır ki; bu taşınmazlar gerek mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu, gerekse halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümleri uyarınca kamu malı niteliğindedirler. Dolayısıyla, bunlar hakkında, esas itibariyle, özel mülkiyet hükümleri tatbik olunamaz. Hayrat malları satılamaz, rehin edilemez, haciz olunamazlar, bunlar için ne mülkiyete, ne de irtifak haklarına ilişkin kazandırıcı zamanaşımı hükümleri uygulanamaz. Zira, bu mallar hiç bir kişinin özel mülkiyetinde olmayıp, kamunun kullanımına ve istifadesine tahsis edilmişlerdir. Hayrat taşınmazlar, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesi ile halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 15 ve 16. maddelerinde öngörülen hükümler hariç olmak üzere vakfın belirlediği kullanım şekli dışında bir kullanım amacına tahsis edilemez.
Bu itibarla, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesinde öngörülen durum ortaya çıkmamış olmasına karşın vakfedenin, taşınmazın ilelebet cami olarak kullanılması yönündeki iradesini ve tahsisini ortadan kaldıracak şekilde alınan dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, metni yukarıya alınan ve vakıf senedi hangi tarihte düzenlenmişse o tarihteki mevzuatın uygulanacağını hükme bağlayan 864 sayılı Kanunun 1 inci maddesine aykırıdır. Bu hukuka aykırılıktan olsa gerektir ki, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı alınmadan önce Maliye Bakanı tarafından Başbakanlığa gönderilen görüş yazısında; ‘Bu itibarla, Milli Eğitim Bakanlığınca hazırlanmakta olan kanun tasarısının işlemleri biterek yürürlüğe gireceği zamana intizaren …’ ifadesine yer verilmiş, daha yürürlüğe girmemiş bir kanuna atıfla Bakanlar Kurulu Kararı ihdas edilmiştir. Dava dosyası Danıştay Altıncı Dairesinde iken Dairece 21/04/2010 tarihli ara kararla idareye ‘dava konusunu oluşturan mevzuat hükümleri’ sorulmuş olmasına karşın, idarece hiçbir yasal dayanak gösterilmemiştir.
Hayrat vakıflarının temel özelliği bunların amaç dışı kullanımlara karşı üçüncü kişiler yanında, bizzat Devlet’e karşı da korunmuş olmasıdır. Bu vakıfların Devlet’in koruması altında olması, Devlet’in istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması anlamına gelmez. Devlet, sadece vakıf malların amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen, kendisine emanet edildiği varlık konumundadır. Bir düzenleme ile olsa bile hayrat vakıfların, başka bir amaca özgülenmesi, hukuka aykırı olacaktır.
Öte yandan, Bakanlar Kurulu Kararı alınırken işlem tarihinde yürürlükte olan 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun öngördüğü şartlara uyulmamıştır. Yukarıda sözü edilen mülga 864 sayılı Kanun hükümleri bulunmasa bile, işlem tarihinde yürürlükte bulunan mevzuatın öngördüğü şartlar, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı alınırken; 05/06/1935 tarihinde çıkarılan 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesinde yer alan; ‘Tahsis edildikleri maksada göre kullanılmaları kanuna veya amme intizamına uygun olmayan veyahut işe yaramaz bir hale gelen hayrat vakıflar, idare meclisinin teklifi ve Bakanlar Heyetinin kararı ile mümkün mertebe gayece aynı olan diğer hayrata tahsis edilebileceği gibi bu kabil hayrat ayın veya para ile değiştirilerek elde edilecek ayın veya para dahi aynı suretle diğer hayrata tahsis olunabilir.’ hükmüne, uygun hareket edilmemiştir. Aynı hüküm halen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 15. ve 16. maddelerinde yinelenmiştir.
Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı ise; Kanunda öngörülen şartlardan hiç birisi gerçekleşmeden alınmış, gerekli şekil şartlarına da uyulmamıştır. Zira; Kariye Camiinin, cami olarak kullanılmasında kanuna ve kamu düzenine aykırılıktan söz edilemeyeceği gibi, Bakanlar Kurulu kararına altlık oluşturmak üzere, Vakıflar Genel Müdürlüğü İdare Meclisinin herhangi bir teklifi bulunmamaktadır. Öte yandan yapılan tahsis; bir ibadethanenin depo ve müze olarak kullanılması amacına matuf olup, yukarıdaki şartlar var olsa bile, dava konusu işlemi maksat yönünden açıkça sakatlamaktadır.
Belirtilen nedenlerle, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yetki, şekil, sebep, maksat yönlerinden hukuka aykırıdır.” gerekçelerine yer verilerek, Dairemizin 12/03/2014 tarih ve E:2010/14612, K:2014/1474 sayılı kararı bozulmuş olup, anılan bozma kararı uyarınca verilen Dairemizin 11/11/2019 tarih ve E:2019/11776, K:2019/7680 sayılı kararı ile de ilgili Bakanlar Kurulu Kararının Kariye Camii’ne ilişkin kısmı iptal edilmiştir.e) Vakıf Mallarının Statüsü
Anayasa Mahkemesinin 30/01/1969 tarih ve E:1967/47, K:1969/9 sayılı Kararına göre vakıf mallarının maliki hiçbir zaman Devlet değil, vakıfların kendileridir: “İslâm hukukuna göre kurulmuş olan ve varlıkları 2762 sayılı, 5/6/1935 günlü Vakıflar Kanunu ile tanınan vakıfların taşınmaz mallarının bu vakıfların mülkiyeti altında olduğu, gerek islâm hukukunun, gerekse o hukukun bu konudaki hükümlerini saklı tutan Vakıflar Kanununun hükümleri gereğidir. Demek ki vakıf mallarının maliki, hiçbir zaman Devlet değil, vakıfların kendileridir.”
Yargıtay içtihatlarına göre de vakıf mallarının sahibi Devlet değildir. Yargıtay İçtihadı Birleştirme Hukuk Genel Kurulunun 26/05/1935 tarih ve E:1935/78, K:1935/6 sayılı Kararında da 864 sayılı Kanunu Medeninin Sureti Meriyet ve Şekli Tatbiki Hakkında Kanun’un 8. maddesi gereğince “Kanunu Medeninin meriyete vaz’ından evvel vücuda getirilen bu gibi evkaf hakkında esasatı sabıkanın tatbiki lazım gelmesine”, “mal-ı vakfın emval-i Devletten olmadığının kabuliyle” ifadeleri kullanılarak, 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği tarihten önce kurulmuş olan vakıflar hakkında anılan Kanun’dan önceki hukuk kurallarının uygulanacağı ve vakıf mallarının Devlet malı hükmünde olmadığı karara bağlanmıştır.f) 04/10/1926 Tarihinden Önce Kurulan Vakıflarla İlgili Genel Değerlendirme
Yukarıda alıntılanan kanun hükümleri, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay ve Danıştay kararlarının birlikte değerlendirilmesinden 743 sayılı Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 04/10/1926 tarihinden önce kurulmuş olan vakıflarla ilgili olarak;
(i) Vakfiye ya da vakıf senedinin, vakfın kurucu belgesi olduğu, bu belgelerin, vakfın konusuna, amacına ve organlarına dair vakfedenin iradesini yansıtan düzenlemeler içerdiği,
(ii) Vakfiye ya da vakıf senedi hükümlerinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu; vakıf kurma işlemi tamamlandıktan sonra bu kuralların, “vakfedeni”, “vakfı idare edenleri”, “vakıftan faydalanacakları” ve “üçüncü kişileri” bağladığı gibi “Devleti” de bağladığı, bu nedenle, kurucu iradeyi yansıtan vakfiye ya da vakıf senetlerini hiç kimsenin değiştiremeyeceği,
(iii) Vakıf varlıklarının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasının zorunlu olduğu, sonucuna varılmaktadır.
Bir özel hukuk işlemi olan vakıf kurma iradesinin kanunla belirlenen yönteme uygun olarak açıklanması sonrasında, özel hukuk tüzel kişiliği kazanan mal topluluğunun, mülkiyetine geçen mal ve haklar üzerindeki tasarruf yetkisi, kuşkusuz Anayasa’nın mülkiyet hakkına, tüzel kişiliğin varlığını sürdürmesi de örgütlenme hürriyetine ilişkin kurallarının güvencesi altındadır. Dolayısıyla, vakıf özel hukuk tüzel kişiliğine yönelik düzenlemelerin, vakıf kurumunun bu aslî niteliğine uygun olması ve vakıflara yönelik olarak tesis edilecek işlemlerde, vakfı kuranın iradesine, Anayasa’nın mülkiyet hakkı ve örgütlenme hürriyetine ilişkin kurallarında öngörülenler dışında karışılmaması gerekir.
Aksi hâlde, vakfedenin vakfı oluştururken ortaya koyduğu kurucu iradeye bağlı kalmaksızın, vakfedenin amacı dışına çıkılması ve vakfın amacının ya da mallarının değiştirilmesi hâlinde, vakfın özel hukuk tüzel kişiliği olarak nitelendirilmesine imkân kalmayacak ve bu durum, Anayasa’nın 2. maddesinde yer verilen hukuk devleti niteliğinin gereği olan hukuk güvenliği ilkesiyle, Anayasa’nın örgütlenme hürriyeti ve mülkiyet hakkına ilişkin 33. ve 35. maddelerindeki kurallarla bağdaşmayacaktır.
Nitekim, kanun koyucu da 04/10/1926 tarihinden önce kurulan vakıflarla ilgili yukarıda özetlediğimiz ilkelerden hareketle, 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun geçici 7. maddesi ile cemaat vakıflarının; 1936 Beyannamelerinde kayıtlı olup, tasarruflarında bulunan nam-ı müstear veya nam-ı mevhumlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazlar ile 1936 Beyannamesinden sonra cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü ya da vasiyet edenler veya bağışlayanlar adına tapuda kayıtlı olan taşınmazların, tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun yürürlüğe girdiği tarihten itibaren onsekiz ay içinde müracaat edilmesi hâlinde, Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescillerinin yapılmasını öngörmüştür.
Benzer şekilde 22/08/2011 tarih ve 651 sayılı Kanun Hükmünde Kararname’nin 17. maddesiyle 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’na eklenen geçici 11. madde ile, cemaat vakıflarının, 1936 Beyannamesinde kayıtlı olup; malik hanesi açık olan taşınmazları, kamulaştırma, satış ve trampa dışındaki nedenlerle Hazine, Vakıflar Genel Müdürlüğü, belediye ve il özel idaresi adına kayıtlı taşınmazları, kamu kurumları adına tescilli olan mezarlıkları ve çeşmeleri, tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte anılan maddenin yürürlüğe girdiği tarihten itibaren oniki ay içinde müracaat edilmesi hâlinde, Vakıflar Meclisinin olumlu kararından sonra, ilgili tapu sicil müdürlüklerince cemaat vakıfları adına tescil edilmesi; cemaat vakıfları tarafından satın alınmış veya cemaat vakıflarına vasiyet edildiği veya bağışlandığı hâlde, mal edinememe gerekçesiyle Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü adına tapuda kayıt edilen taşınmazlardan üçüncü şahıslar adına kayıtlı olanların ise Maliye Bakanlığınca tespit edilen rayiç değerinin Hazine veya Vakıflar Genel Müdürlüğü tarafından ödenmesi kurala bağlanmıştır.
Son olarak 21/03/2017 tarih ve 7103 sayılı Kanun’un 78. maddesiyle 5737 sayılı Kanun’a eklenen geçici 13. madde ile Vakıflar Genel Müdürlüğünün mülkiyetindeki Mardin İli, Nusaybin İlçesinde bulunan ve maddede sayılan taşınmazların, tapu kayıtlarındaki hak ve mükellefiyetleri ile birlikte, taşınmazların bulunduğu bölgede yer alan Süryani cemaatine ait vakıflar arasından Vakıflar Meclisinin kararı ile belirlenecek vakıflar adına, ilgili tapu sicil müdürlüklerince tescil edilmesi hükme bağlanmıştır.g) Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi (AİHM)’nin Vakıf Müessesesine Bakışı
Avrupa İnsan Hakları Sözleşmesi’nde güvence altına alınan haklar arasında “vakıf kurma hakkı” açıkça yer almamakla birlikte AİHM, Sözleşme’nin 11. maddesinde sadece “birlik kurma hakkı”ndan bahsedilmesine rağmen, bu maddeyi “vakıf kurma hakkını” da kapsayacak şekilde geniş yorumlamakta (Sidiropoulos ve diğerleri/Yunanistan, no. 26695/95, 10/07/1998, § 40; Mihr Vakfı/Türkiye, no. 10815/07, 07/05/2019, § 40), vakıf kurma hakkını Sözleşme’nin 9. maddesindeki din ve vicdan hürriyeti ile 10. maddesindeki ifade hürriyetiyle yakın ilişkili olarak görmektedir (Young, James and Webster/Birleşik Krallık, no. 7601/76; 7806/77, § 57, 13/08/1981).
AİHM, kimi vakıfların yaptığı bireysel başvurularda, Sözleşme’nin eki 1 Nolu Ek Protokolün
maddesi anlamında mülkiyetin korunması hakkının ihlal edildiği yönündeki iddiaları incelemekte ve bu vakıflara ait mal ve hakların tescil ve iadesi ya da maddi tazminat ödenmesi yönünde kararlar vermektedir. Bu vakıflardan biri olan 1832 yılında Osmanlı döneminde Padişah fermanıyla kurulan ve vakıf statüsü korunan Samatya Surp Kevork Ermeni Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı Vakfının yaptığı başvuru üzerine AİHM, korunan vakıf statüsü ve söz konusu taşınmazların uzun süre vakfa tescilli olduğunu gözeterek taşınmazların vakıf adına yeniden tesciline, tescil yapılmaması hâlinde maddi tazminat ödenmesine karar vermiştir (Samatya Surp Kevork Ermeni Kilisesi, Mektebi ve Mezarlığı Vakfı Yönetim Kurulu/Türkiye, no. 1480/03, 16/12/2008).
Dolayısıyla AİHM’nin de Osmanlı döneminde kurulanlar dâhil olmak üzere, vakıfların korunan statülerinin bir sonucu olarak sahip oldukları taşınmaz ve haklarının mülkiyet hakkı kapsamında korunmasını garanti altına aldığı görülmektedir.
Mülkiyet hakkının maliki olunan varlığı kullanma, değerlendirme ve yararlanma yetkilerini içerdiği açık olduğundan, vakfedenin vakfettiği mal ve haklarla ilgili iradesinin korunması, vakıf varlığının kullanılmasında bu iradeye uygun davranılması gerekmektedir. Bu gereğin zorunlu bir sonucu olarak da vakfedenin iradesine aykırı olarak vakıf taşınmazının vasfının değiştirilmesi ya da vakfedenin iradesi hilafına başka bir amaca hizmet edecek şekilde kullanılmasının AİHM içtihatlarıyla da bağdaşmadığı anlaşılmaktadır.ğ) Dava Konusu İşlemin İncelenmesi:
1) Kararname İçeriği
Millî Eğitim Bakanlığının (Maarif Vekaleti) 04/11/1934 tarih ve 94041 sayılı yazısı ile Vakıflar Genel Müdürlüğünün (Evkaf Umum Müdürlüğü) 07/11/1934 tarih ve 153197/107 sayılı yazısına istinaden yürürlüğe konulan dava konusu 24/11/1934 tarih ve 2/1589 sayılı Bakanlar Kurulu Kararında, Millî Eğitim Bakanlığı ve Vakıflar Genel Müdürlüğünün anılan yazılarına özetle yer verildikten sonra, “Bu iş İcra Vekilleri Heyetince 24/11/934 te görüşülerek, caminin çevresindeki evkafa ait binaların Evkaf Umum müdürlüğünce yıktırılarak temizlettirilmesi ve diger binaların istimlak, yıkma ve binanın tamir ve muhafazası masrafları da Maarif Vekilliğince verilmek suretile Ayasofya camiinin müzeye çevrilmesi tasvip ve kabul olunmuştur.” ifadelerine yer verilerek Ayasofya Camii müzeye çevrilmiştir.2) Vakıf Senedi
1470 tarihli Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı’na ait vakfiyede, vakfedilen hayrattan birinin de daha önce kilise iken camiye çevrilen Ayasofya Camii olduğu, “vakıf mallarının hiçbir surette temlik ya da temellük edilemeyeceği” şartının iptal edilemeyeceği kesin bir şekilde ifade edilmiştir.3) Tapu Senedi
Ayasofya, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı yürürlüğe konulduktan sonra, 19/11/1936 tarihli tapu senedi uyarınca, İstanbul İli, Eminönü İlçesi (hâlen Fatih İlçesi), Cankurtaran Mahallesi, Babı Hümayun Sokak, 57. Pafta, 57. Ada, 7 numaralı Parselde “türbe, akaret, muvakkithane ve medreseyi müştemil Ayasofyayı Kebir Camii Şerifi” vasfı ile “Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfı” (günümüzde Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı) adına kaydedilmiştir. Ayasofya Camii, Osmanlı Devleti döneminde özel hukuk hükümlerine göre vakfedilmiş, mazbut Mehmed Han-ı Sanî Bin Murad Han-ı Sanî Vakfı’na ait hayrat taşınmazlardandır.4) Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme
Ayasofya, 14/04/1982 tarih ve 2658 sayılı Kanun’la katılmamız uygun bulunan ve 23/05/1982 tarih ve 8/4788 sayılı Bakanlar Kurulu Kararıyla onaylanarak, 14/02/1983 tarih ve 17959 sayılı Resmi Gazete’de yayımlanan “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme” kuralları çerçevesinde, 06/12/1985 tarihinde kullanım durumuna ilişkin herhangi bir niteleme yapılmaksızın “İstanbul’un Tarihi Alanları” başlığı altında Topkapı Sarayı, Süleymaniye Camii, Sultan Ahmet Camii, Şehzade Mehmet Camii, Zeyrek Camii, Tarihi Surlar gibi eserlerin bulunduğu tarihi yarımada içerisinde Dünya Mirası Listesine dâhil edilmiştir. Anılan Sözleşme hükümlerinin bir gereği olarak oluşturulan Dünya Mirası Listesi, UNESCO’ya bağlı Dünya Mirası Komitesi tarafından belirlenerek, bulundukları ülkenin devleti tarafından korunması garanti edilmiş doğal ve kültürel varlıkları göstermektedir.
Anılan Sözleşme’nin 6. maddesinde “Bu Sözleşmeye taraf olan Devletler, 1. ve 2. maddelerde sözü edilen kültürel ve doğal mirasın toprakları üzerinde bulunduğu devletlerin egemenliğine tam olarak saygı göstererek ve ulusal yasaların sağladığı mülkiyet haklarına zarar vermeden, bu tür mirasın, bütün uluslararası toplum tarafından işbirliği ile korunması gereken evrensel bir miras olduğunu kabul ederler.” hükmü yer almaktadır.5) Değerlendirme
(i) Uluslararası Hukuk Yönünden
Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunmasına Dair Sözleşme’nin 6. maddesi hükmü bağlamında, Sözleşmeye taraf devletlerin, Ayasofya kültürel ve doğal mirasının, toprakları üzerinde bulunduğu Türkiye Cumhuriyeti Devleti’nin egemenliğine tam olarak saygı göstererek ve ulusal yasalarının sağladığı mülkiyet haklarına zarar vermeden, uluslararası toplum tarafından işbirliği ile korunması gereken evrensel bir miras olduğunu kabul ettikleri açıktır.
Buna göre, kullanım durumuna ilişkin herhangi bir niteleme yapılmaksızın “İstanbul’un Tarihi Alanları” başlığı altında Dünya Mirası Listesine dâhil edilen Ayasofya’nın kullanım şeklinin iç hukukumuza göre belirlenmesinin önünde engel teşkil eden herhangi bir kural Sözleşme’de yer almamaktadır. Aksine, Ayasofya’nın kullanım şeklinin iç hukukumuzda yer alan “vakıf mülkiyet hukuku” çerçevesinde belirlenmesi, Sözleşmenin 6. maddesinde ifade edilen “egemenliğe tam olarak saygı gösterme” ve “ulusal yasaların sağladığı mülkiyet haklarına zarar vermeme” ilkeleri kapsamında Sözleşme’den kaynaklanan bir zorunluluktur.
Sözleşme’nin asıl amacı Dünya Mirası Listesine alınan doğal veya kültürel mirasın korunması olup, kültürel mirasın kullanım alanı, kültürel mirasın bulunduğu ülkenin iç hukukuna göre tayin edilecektir. Nitekim, Dünya Mirası Listesinde yer verilen ve ülkemizde bulunan miras alanlarından, Ayasofya’nın da içinde yer aldığı “İstanbul’un Tarihi Alanları” ile diğer miras alanlarında, Selimiye Camii, Divriği Ulu Camii, Süleymaniye Camii, Sultan Ahmet Camii, Şehzade Mehmet Camii ve Zeyrek Camii gibi hâlen cami olarak kullanılan çok sayıda tarihi eser de bulunmaktadır.(ii) Ulusal Hukuk Yönünden
Hayrat taşınmazlar; ibadethane, hastahane ve aşhane gibi doğrudan doğruya hayır hizmetlerinin ifası için kurulmuş olan vakıfların taşınmazlarıdır. Bu taşınmazlar, gerek mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu gerekse hâlen yürürlükte olan 5737 sayılı Vakıflar Kanunu hükümleri uyarınca “ammenin istifadesine” terk edilmiştir.
Dolayısıyla, bu taşınmazlar hakkında, esas itibarıyla özel mülkiyet hükümleri tatbik olunamaz; hayrat taşınmazlar satılamaz, rehnedilemez, haczolunamaz; bunlar için ne mülkiyete, ne de irtifak haklarına ilişkin kazandırıcı zamanaşımı hükümleri uygulanamaz.
Zira bu mallar hiçbir kişinin özel mülkiyetinde olmayıp, kamunun kullanımına ve istifadesine tahsis edilmiştir. Hayrat taşınmazlar, mülga 2762 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 10. maddesi ile 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nun 15. ve 16. maddelerinde öngörülen hükümler hariç olmak üzere, vakfın belirlediği kullanım şekli dışında bir kullanım amacına tahsis edilemez. Belirtilen istisna hükümlere göre de, hayrat taşınmazlar mümkün mertebe gayece aynı diğer hayrata tahsis edilmek zorundadır.
Vakıf hayrat taşınmazların temel özelliği bunların amaç dışı kullanımlara karşı üçüncü kişiler yanında, bizzat Devlete karşı da korunmuş olmasıdır. Bu vakıfların Devletin koruması altında olması, Devletin istediği zaman ve istediği şekilde vakıf malları üzerinde tasarrufta bulunması anlamına gelmez. Devlet, sadece amacı doğrultusunda kullanılmasını teminen, vakıf mallarının kendisine emanet edildiği varlık konumundadır.
Düzenleyici işlemlerle vakıf hayrat taşınmazların, başka bir amaca özgülenmesi mevzuata ve evrensel hukuk ilkelerine aykırı olacaktır.
Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girmesinden önce kurulan vakıflar hakkında uygulanacak mevzuatı belirleyen, 864 sayılı Kanun’un 1. maddesinde “Kanunu medeninin meri olmağa başladığı tarihten evvelki hâdiselerin hukukî hükümleri, mezkûr hadiselerin hangi kanun meri iken vaki olmuş ise yine o kanuna tâbi kalır.” ve 8. maddesinde ise “Kanunu medeninin meriyete vazından mukaddem vücuda getirilen evkaf hakkında ayrıca bir tatbikat kanunu neşrolunur.” şeklinde son derece sarih hükümlerle;
(i) vakfın kurucu belgesi olan vakfiyede yer alan kayıtların, vakıf kurma işlemi tamamlandıktan sonra, vakfedeni, vakfı idare edenleri, vakıftan faydalanacakları, üçüncü kişileri ve Devleti bağladığı,
(ii) vakfiye ile düzenlenen hususların hiçbir şekilde değiştirilemeyeceği,
(iii) vakıf varlıklarının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasının zorunlu olduğu, şeklinde formüle edilebilecek “eski vakıf statüsü” açıkça korunmuş olmasına rağmen, dava
konusu Bakanlar Kurulu Kararı incelendiğinde, tapu kaydına göre mazbut bir vakıf olan Ebulfetih Sultan Mehmet Vakfına (günümüzde Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı) ait ve vakfiyesi gereğince cami olarak kullanılması gereken hayrat taşınmaz niteliğindeki Ayasofya Camii’nin müzeye dönüştürüldüğü görülmektedir.
Ayasofya Camii ve Türk Kanunu Medenisi’nin yürürlüğe girdiği 4 Ekim 1926 tarihinden önce kurulan diğer vakıfların 864 sayılı Kanun’un 1. ve 8. maddeleri ile açıkça koruma altına alınmış olan eski vakıf statüsü, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının yürürlüğe konulduğu tarihten sonra yürürlüğe giren 05/06/1935 tarih ve 2762 sayılı (mülga) Vakıflar Kanunu, 03/12/2001 tarih ve 4722 sayılı Türk Medeni Kanununun Yürürlüğü ve Uygulama Şekli Hakkında Kanun ve 20/02/2008 tarih ve 5737 sayılı Vakıflar Kanunu’nda aynı esaslar çerçevesinde korunmaya devam edilmiştir. Buna göre, dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yukarıda alıntılanan ve vakıf senedi hangi tarihte düzenlenmişse o tarihteki mevzuatın uygulanacağını hükme bağlayan 864 sayılı Kanun’un 1. maddesine açıkça aykırıdır.
Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararı, yukarıda yer verilen mevzuat, Anayasa Mahkemesi, Yargıtay, Danıştay ve AİHM kararları kapsamında değerlendirildiğinde;
Ayasofya’nın, statüsü muhafaza edilerek hukuk düzenimizle güvence altına alınan, özel hukuk tüzel kişiliğini haiz mazbut vakıf niteliğindeki Fatih Sultan Mehmet Han Vakfı’nın mülkiyetinde olduğu,
Ayasofya’nın, vakfedenin iradesi gereği sürekli şekilde cami olarak kullanılması için toplumun hizmetine sunulduğu, bedelsiz olarak kamunun istifadesine terk edilmesi yönüyle hayrat taşınmaz niteliği taşıdığı, tapu belgesinde de cami vasfı ile tescilli bulunduğu,
Vakıf senedinin, hukuk kuralı etki, değer ve gücünde olduğu, vakfedilen taşınmazın vakıf senedindeki niteliğinin ve kullanım amacının değiştirilemeyeceği, bu hususun tüm gerçek ve tüzel kişilerle birlikte davalı idare için de bağlayıcı olduğu,
Devletin, vakıf varlığının, vakfedenin iradesine uygun olarak kullanılmasını sağlama yönünde pozitif yükümlülüğü, vakıf mal ve hakları ile ilgili olarak vakfedenin iradesini ortadan kaldıracak şekilde müdahalede bulunmama yönünde de negatif yükümlülüğünün bulunduğu, kuşkusuzdur.
Bu durumda, Türk hukuk sisteminde kadimden beri korunarak yaşatılan Vakfa ait taşınmaz ve hakların vakfiyesi doğrultusunda istifadesine bırakıldığı toplum tarafından kullanılmasına engel olunamayacağı, vakıf senedinde sürekli olarak tahsis edildiği cami vasfı dışında kullanımının ve başka bir amaca özgülenmesinin hukuken mümkün olmadığı sonucuna varıldığından, bu hususlar dikkate alınmaksızın Ayasofya’nın cami olarak kullanımının sonlandırılarak müzeye çevrilmesi yönünde tesis edilen dava konusu Bakanlar Kurulu Kararında hukuka uygunluk görülmemiştir.
KARAR SONUCU :
Açıklanan nedenlerle;
Dava konusu Bakanlar Kurulu Kararının İPTALİNE,
Ayrıntısı aşağıda gösterilen toplam 788,00 TL yargılama giderinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine,
Karar tarihinde yürürlükte bulunan Avukatlık Asgari Ücret Tarifesi uyarınca 4.950,00 TL vekâlet ücretinin davalı idareden alınarak davacıya verilmesine,
Posta giderleri avansından artan tutarın kararın kesinleşmesinden sonra davacıya iadesine,
Bu kararın tebliğ tarihini izleyen otuz gün içerisinde Danıştay İdari Dava Daireleri Kuruluna temyiz yolu açık olmak üzere, 02/07/2020 tarihinde oybirliğiyle karar verildi.Başkan: Yılmaz AKÇİL Üye: Ali ÜRKERÜye: Ömer CİVRİ Üye: Abdullah AYGÜN Üye: Lütfiye AKBULUT(EKN)
İstanbul’da Sultanahmet Camii, Süleymaniye Külliyesi ve Ayasofya’dan sonra en fazla ziyaretçi çeken tarihi yapılarından biri olan Kariye Müzesi/Camii üzerine, kadim mabedin restorasyon projesini yönetmekte olan ülkemizin önde gelen restorasyon uzmanlarından Yüksek Mimar Sevilay Uludağ ile konuştuk.
Kariye, Yunanca kırsal kesim anlamına gelen Khora kelimesinin dilimize Kariye şeklinde uyarlamasıyla ortaya çıkmış bir mekân ismi. Mezkûr isim, ilginç bir şekilde Arapçada köy anlamına gelen karye ile de benzerlik gösteriyor. Her neyse…
Konumuz Kariye Müzesi. Kariye Camii demeyi tabii ki daha fazla arzu ederdik. Bu mesele bahs-i ahar. İstanbul’un fethedilmeyi beklediği 5. yüzyılda şehrin yöneticileri, kentlerinin kapılarını sıklıkla yoklamakta olanlardan korunmak için mütemadiyen surlar inşa etmekle meşgul olmuş. Kadim şehrin Doğu Roma hâkimiyeti altında bulunduğu dönemde Khora Kilisesi İmparator Justinianos tarafından 527 ila 565 yılları arasında inşa edilmiş.
Khora Kilisesi, 11’inci yüzyılda İmparatorluğu yönetmiş bulunan Komnenoslar Hanedanı döneminde Blakhernai Sarayı’nın yakınlarında kalması sebebiyle saray şapeli olarak da kullanılmış. Kilise, ilgili yüzyılın sonlarına doğru İmparator I. Aleksios’un kayınvalidesi Maria Daukaina marifetiyle yeniden inşa edilirken Latin istilası sırasında tahribata uğramış, II. Andronikos döneminde tamir edilerek bir hayli genişletilmiş ve güney kısmına şapel eklenmiş. ‘Yeniden inşa’ denilebilecek bu geniş çaplı restorasyon sürecinde mozaik ve fresklerle donatılmış.
Bugünün Kariye Müzesi’nde ziyaretçilerini karşılamakta olan mozaik ve freskler 14’üncü yüzyıl Doğu Roma resim sanatının estetik kavrayış, düşünce ve hayal/kurgu gücüne işaret etmektedir.
Nihayet Feth-i Mübîn…
Ve nihayet Feth-i Mübîn; İslâm’ın beklediği şerefli gün… Pek çokları Nazım Hikmet’in “Sekiz yüz elli yedi” serlevhalı şiirinden bîhaberdir: “İslam’ın beklediği en şerefli gündür bu.
Rum Konstantiniyye’si oldu Türk İstanbul’u!”
Kariye Kilisesi, camiye dönüşmek için İstanbul’un fethinden sonra 58 yıl beklemiş. Miladi takvimin yaprakları 1511 yılını gösterirken Vezir Hadım Ali Paşa kiliseyi camiye çevirmiş. Malum olduğu üzere Osmanlı şehirlerinde hayat camilerin etrafında şekillenirdi. Bu bağlamda Kariye Camii’nin çevresi de kısa süre içerisinde medrese, tekke, türbe, çeşme, imarethaneler ile şenlendirilmiştir.
Kariye’de 434 yıllık huzur…
Kariye Camii İstanbul’daki Türk Cihan Hâkimiyeti yıllarında tam 434 yıl cami/mescit olarak kullanıldıktan sonra Tek Parti döneminde ‘gördürülen lüzum’ üzerine 1945 yılında tekrar müzeye dönüştürülmüştür.
1948-1951 yılları arasında ABD’nin Marshall Planı kapmasında nesillerimiz süt tozu ile zehirlenirken 1948-1958 yıllarında Amerikan Bizans Enstitüsü mal bulmuş mağribi gibi Kariye Camii’ni tahrif etmiş. Enstitü’nün ellerinden her iş gelen uzmanları marifetiyle üzerleri örtülen mozaik ve freskolar keşfedilmiş. Mezkûr tarihten sonra Kariye Müzesi, Ayasofya Müzesi’ne bağlanarak anıt müze olarak varlığını günümüze kadar sürdürmüştür.
Böyle bir girişten sonra 2013’ten günümüze restorasyonu devam etmekte olan Kariye Müzesi’ne dair yazımızı günümüzün en önemli restorasyon uzmanlarından yüksek mimar Sevilay Uludağ ile yaptığımız mülakata dönüştürelim.
Sevilay Hanım. Kariye Camii’nin kısa tarihçesini bir de sizden dinleyebilir miyiz?
Tabii ki. Günümüzde Kariye Camii veya Kariye Müzesi adları ile tanınan yapı, Ayasofya’dan sonra en fazla tanınan anıt eserlerimizdendir. Yapı geçmişte İstanbul’un altıncı tepesinde Haliç’in güneyinde inşa edilen Khora Manastırı’nın İsa’ya ithaf edilmiş ana kilisesiydi. Altıncı yüzyıla giden tarihsel geçmişi ile çok katmanlı bir yapıya sahip olan Kariye Müzesi, Bizans’ın geç döneminde (Paleologos Hanedanı Dönemi) 1316-21 yılları arasında Theodoros Metokhites tarafından büyük ölçüde yenilenerek ve bezenerek bugünkü şeklini almıştır. Mozaik ve freskleri ile Bizans sanatının ve dünya sanatının gelişiminde çok önemli bir yere sahip olan yapı Erken İtalyan Rönesansı anıtlarıyla özellikle de Giotto’nun Arena Şapeli’ndeki freskolarıyla kıyaslanır.
Atik Ali Paşa tarafından camiye çevrildi
Bizans döneminin bu önemli kilisesi İstanbul’un 1453 yılında fetih edilmesi ile bir süre boş kaldıktan sonra II. Beyazıd döneminde 1511 yılında Sadrazam Hadım Ali (Atik Ali) Paşa tarafından camiye çevrilmiştir.
Kariye, naos, kuzey taraftaki iki katlı ek yapı (anneks), iç narteks, dış narteks ve güney taraftaki mezar şapeli (parekklesion) ile beş ana mimari mekandan oluşan haç planlı bir yapıdır. Osmanlı döneminde etrafında zamanla oluşan medrese, tekke, türbe, çeşme, imaret ile birlikte bir manzumenin merkezi olmuştur. Cumhuriyetin ilanından bir süre sonra şehirdeki Bizans anıtlarının restorasyonu ile ilgili çalışmalar kapsamında Amerikan Bizans Araştırmaları Enstitüsü ile Dumbarton Oaks’ın çalışmaları ile restore edilmiştir ve Ayasofya Müzesi’ne bağlı bir anıt müze olarak da varlığına devam etmektedir.
Kariye Müzesi’nin içinde yer aldığı Edirnekapı için de bir paragraf açalım dilerseniz. Osmanlı hâkimiyetinin öncesinde burası dini bir merkez hüviyetinde gözüküyor.
Doğrudur İbrahim Ethem Bey. Kariye Müzesi’nin konumlandığı Edirnekapı semti; Tarihi Yarımada içerisinde yer alıp Ayvansaray semtini de içine alan ve aynı zamanda kentin batı surları ile çevrelenen İstanbul’un en yüksek tepesi olan Edirnekapı tepesinde yer alır.
Sur dışında kalan tarihi Edirnekapı Şehitliği ve Edirnekapı Mezarlığı da semtin bütünü içinde düşünülür. Semt, Edirnekapı’ya dek uzanan Fevzipaşa Caddesi ile güney ve kuzey olarak kesilmektedir. Batıda Bizans surları ve Edirnekapı’sını da içine alan Sulukule Caddesi ile doğusunda ve güneydoğusunda Fevzipaşa caddesinin her iki tarafında da devam eden Karagümrük mahallesi, kuzey batısında Dervişali Mahallesi, sur dışında batıda Eğrikapı semti yer alır. Edirnekapı Tepesi İstanbul’un tarihi yarımadasın da bulunan yedi tepesinden altıncı tepedir. Söz konusu bu tepe üzerinde Mihrimah Sultan Cami, Kariye Müzesi, Ayios Yeoryios Rum Kilisesi, Ayios Dimitrios Kilisesi, Atik Ali Paşa Camii ve Tekfur Sarayı gibi anıt yapılar bulunmaktadır.
Tarihsel Süreçte Kariye Müzesi ve Edirnekapı semtinin topoğrafyasında ne türden değişiklikler meydana gelmiştir?
Bizans döneminde Edirnekapı semti, adını buradaki sur kapısından almıştır. Kapının Bizans dönemindeki adı ‘’porta harisius veya ‘’Mezarlık Kapısı’’ anlamında kullanılan ‘’Miriadron’’dır. Ayrıca Bizans döneminde kapının, merasim kapısı olarak kullanıldığı da bilinmektedir. Bizans imparatorlarının sefere çıkarken veya seferden dönerken bu kapıdan geçtikleri ve kapının Mese Caddesi üstünde yer aldığı bilinir. Ayrıca Bu kapının İstanbul’un fethi sırasında ilk açılan sur kapısı olduğu söylenir.
Edirnekapı semti geç roma döneminden itibaren önem kazanmaya başlamış İstanbul’un eski semtlerinden biridir. 4. Yüzyılda Konstantin surlarının dışında kalan bu bölge; 5. yüzyılda II. Theodosios tarafından inşa ettirilen ve batıya doğru genişletilen surların içinde kalarak son sınırı teşkil eder. Yine 5. yüzyılda yazılan Natitia Urbis Costantinopolinae’ ye göre şehir 12’si sur içinde olmak üzere 14 bölge ve 322 alt birime ayrılmıştır. Edirnekapı’nın da içinde olduğu bölge 14. Bölgedir.
Şehre, Porta Harisius veya diğer bir adıyla Andrinopolis kapısından (Edirnekapısı) girilmekte idi. Kapı Edirne yolu üzerinde bulunduğu için bu ismi almıştır. Söz konusu bu yol Doğu ve batı arasındaki en büyük uluslararası ticaret yolundan biri Egnatia Yolu veya özgün adıyla Via Egnetia’dır. Porta Harisius (Edirnekapısı) kapısına uzanan bu Antik Roma ticaret yolu Bizans dönemi ile birlikte eski önemini yeniden kazanmıştır. Dolayısıyla Trakya’dan gelen yolcu ve mal getiren esnaflar bu kapıdan girer ve şehir merkezine uzanan çeşitli dükkânlar, nalbantlar, aşevlerinin yer aldığı yol boyunca (Bizans Döneminde ki adı ile Mese Caddesi) ticaret yapılırdı.
Edirnekapı; altıncı tepe…
İstanbul (Kostantinopolis) kentinin kurulu olduğu yedi tepenin en yükseği olan altıncı tepenin (Edirnekapı) sırtını ve eteğini kapsayan bu bölge; tepenin en yüksek noktasından itibaren güney yönünde Lykos Deresine (Bayrampaşa) doğru vadiden aşağıya hafif eğimli, kuzey yönünde ise Haliç’e doğru inen dik bir yamaçtan müteşekkildir. Lykos Deresi’nin (Bayrampaşa) bir yarık meydana getirdiği hat, doğal bir sınır meydana getirmekteydi. 1959 yılında Lykos Deresi (Bayrampaşa Deresi) kapatılarak yerine kuzeybatı-güneydoğu yönünde uzanan bugünkü Vatan Caddesi yapılmıştır.
Kapının hemen karşı tarafında yolun sağında 9. Yüzyılda inşa edilen Ayios Georgios Kilisesi bulunmaktaydı. Kilise 1562-1565 yıllarında Mihrimah Sultan Camisi’nin inşası üzerine yıkıldı ve bugünkü yerinde yeniden inşa edildi. 1726’da restore edilen kilise, kayıtlara göre 1836’da Mimar Hacı Nikolaos tarafından yeniden inşa edildi. Aya Yorgi Kilisesi kayıtlara o dönem Aziz Nikolas diye geçmişti. 1974’te Vakıflar idaresine geçen kilise, 2017’de restorasyonu yapılarak ve ibadete açık durumdadır.
Mese caddesinin solunda, (günümüzde ise Fevzipaşa Caddesi’nin solunda ve Salma Tomruk olarak adlandırılan caddenin kavşak oluşturduğu köşe noktada) Bizans’ın dört büyük açık sarnıcından biri olan Aetios Sarnıcı bulunmaktaydı. Sarnıç dönemin valisi Aetius tarafından 421 yılında yaptırılmıştır. Anıtsal bir yapısı olan Aetius Sarnıcı, 244×84 metre ölçüsünde dikdörtgen planlıdır. Derinliği yaklaşık 13-15 metre, duvar kalınlığı 5-20 metredir. P.Gylles, 1540 yılında burasının bütünüyle kurumuş bir halde olduğunu ifade eder. Osmanlı dönemine suları boşalıp bütünüyle kurumuş halde ulaşan sarnıç, toprakla doldurulup bostan haline getirilmiştir. Çukurda bulunmasından ötürü “Çukurbostan” adıyla da anılmıştır.1926 sarnıç kalıntılarının üzerine eski adı ile Vefa yeni adıyla Karagümrük Stadı kuruldu.
Mese Caddesi Konstantinopolis’in ilk ve önemli arteri idi. Bu yolun Havariyun Kilisesi’nden (Günümüzde yerinde Fatih Cami’si bulunmaktadır) geçerek Harisius Kapısı’na (Edirnekapısı) ulaşan kısmı Mese’nin kuzeybatı aksını teşkil ederdi. Bu yol bugünkü Fevzipaşa Caddesi ile örtüşmektedir. Bizans döneminde şehrin yerleşim dokusu, esas olarak Marmara Denizi’ne paralel şekillendiğinden Edirnekapısı’na yönelen yol, şehrin daha az meskûn bölgeleriydi. Fevzipaşa Caddesi sınırının bir ucunu oluşturan Edirnekapı, Osmanlı dönemi boyunca da önemini korumuştur. Fatih Sultan Mehmed döneminden Cumhuriyet’in ilanına kadar Osmanlı padişahlarının tahta çıkışlarında kılıç kuşanma merasimi için Topkapı Sarayı ile Eyüp Sultan arasında yapılan kılıç alayının güzergâhında devam eden Fatih Külliyesi ile Edirnekapı aksı günümüzdeki Fevzipaşa Caddesi’dir. Bizans döneminde olduğu gibi, kentin yönetim merkezi ile kutsaliyet merkezini birbirine bağlayan bu aks, Osmanlı Divanyolu’nun (Bizans Döneminde Mese) da bir parçası niteliğindedir. Ayrıca Avrupa’daki seferlere çıkılırken ordunun Edirnekapı’dan gönderilmesi ve Tanzimat’a kadar İstanbul’a gelen elçilerin kente Edirnekapı’dan girmesi, bu önemi destekler nitelikteki geleneklerdir.
Cumhuriyet Döneminde ise 1929 yılında Fatih-Edirnekapı Tramvay hattının açılışı yapılmış olup cadde 1959 yılında da genişletilmiştir. Cadde bir süre sonra, 1960 yılların sonunda surlara açılan yeni bir geçitle son halini aldı. Ayrıca Fevzipaşa Caddesi aksı üzerinde Osmanlı Döneminde Fatih Külliyesi’nin inşası, Yavuz Sultan Külliyesi ve Mihrimah Sultan Külliyesi’nin de inşası ile kentin üç tepesi üzerinde siluetin önemli parçaları tamamlanmış oldu.
Ülkemizdeki ve Balkanlarda gönül coğrafyamızdaki pek çok tarihi mimari yapıyı aslî hüviyetine uygun bir keyfiyette restore eden Yüksek Mimar Sevilay Uludağ ile gerçekleştirdiğimiz mülakatın ikinci bölümünün öznesinde İstanbul’un fethinin öncesinde ve sonrasında kadim şehirde meydana gelen düzenlemeler ile Kariye Camii’nin Osmanlı ve Cumhuriyet dönemindeki vaziyeti var.
Sevilay Hanım, Feth-i Mübîn’in hemen sonrasındaki İstanbul’un durumuna ilişkin büyükçe bir paragraf açacak olursak neler söylemek istersiniz?
Tarihi Yarımada bölgesi, Roma İmparatorluğu’nun en önemli merkezlerinden biri olma özelliğine sahip bir yer olmasının yanında 1058 yıl Bizans’a, 469 yıl Osmanlı Devleti’ne başkentlik yapmıştır.
Bizans döneminde şehir hangi isimle anılmaktaydı?
Bizans Döneminde başkentin adı Konstantinopolis iken Osmanlı döneminde ise şehrin adı değişmemiş sadece Arapça söylenişi ile Kostantiniyye denmiştir.
Osmanlı’da İstanbul’un silueti mimari yapılarla şekillenmiştir
Osmanlı İmparatorluğu döneminde yedi tepenin kurgulanış biçiminde Roma ve Bizans dönemlerine benzer yaklaşımlar sergilenmiştir. Yükseltiler üzerine inanç yapıları ya da anıtsal nitelik taşıyan yapılar inşa edilmiştir ve böylece İstanbul’un silueti ve topografyası mimari değer taşıyan eserlerle şekillenmeye devam etmiştir.
1453 İstanbul için yeni bir milat…
1453 yılında Osmanlı kuşatması sonucunda Konstantinopolis’in fetih edilmesi ile birlikte kent tarihinde yeni bir dönem başladı. Kentin Osmanlı başkentine dönüşmesi yolunda büyük bir dönüşüm sürecine girildi.
Feth-i Mübîn’den önce şehir bakımlı mıydı?
Fethin hemen öncesinde ve sonrasında kent oldukça bakımsız ve harap durumdaydı.
Sur içinden bahsediyorsunuz. Okuyucularımız bu bahiste ne kadarlık bir alanı tahayyül etmeli?
İstanbul sur içi 13 km²’dir.
Bizans nüfusu nerelerde mukimdi?
Şehrin fethedildiği dönemde nüfus Haliç ile Marmara sahili arasında yoğunlaşmıştı.
Bir soru daha? Bizanslılar kaç kişiydi?
Şehrin fetih öncesindeki nüfusu için 30 bin ila 50 bin arasında tahminler yürütülür. Türk İstanbul’un nüfusu 1477 tahririne göre 60 bin ila 70 bin arasında tahmin edilmektedir.
Fetih tarihi şehirde neleri değiştirdi?
Öncelikle çehresi değişti İbrahim Ethem Bey. Fetih ile beraber kentin imarı ve inşası için faaliyetlere başlandı. Kenti nüfuslandırmak için Trakya’dan, Anadolu’nun çeşitli bölgelerinden ve Bursa’dan Türkler, Rumeli’den Yahudiler ile farklı bölgelerden Hıristiyan birçok aile İstanbul’a nakledildi.
Fethin hemen sonrasında Osmanlı Cihan Devleti’nin yeni başkentin ihtiyaç duyduğu pek çok işlev için mevcut yapıların kullanıldığını görüyoruz.
Konutlar benzer işlevleriyle şehrin yeni gelen sakinleri ve nüfusu arttırmak amacıyla geri davet edilen eski sakinler tarafından aynı işlevle kullanılmıştı. Zaman içerisinde şehre yoğun bir Müslüman nüfusun iskânı ile birlikte bir takım yapıların Müslümanların ibadetlerine açılması zorunluluk haline gelmişti.
Mahallelerin merkezine camiler inşa edildi
İstanbul’da bir Türk-İslâm kenti kuruluyor olması sebebiyle de her birinin çekirdeğinde bir cami veya mescit yer alan mahalleler kurulmaya başlandı. Dolayısıyla kentte yeni oluşturulmakta olan Müslüman mahalleleri bir mescid veya cami etrafında konumlanmış konutlardan oluşmaktaydı.
Konstantinopolis’in fethine katılan komutanların Bizans dini yapılarını cami ve mescide dönüştürmedeki rolleri büyüktür. İstanbul’a gerekli nüfusu getirip yerleştirmekle görevlendirilen komutanlar öncelikle oluşturdukları mahallelerde, mahallenin çekirdeği kabul edilen mescit ve camileri kurdular. Bununla birlikte mevcut olduğu hallerde bölgedeki Bizans kilise veya şapellerini kullanmaktan da geri durmadılar.
İstanbul’un Fatihi Sultan II. Mehmed Han döneminde gözlemleyen bu türden uygulamalar II. Bayezid döneminde bu defa vezirler gibi yüksek rütbeli memurların katkılarıyla devam etti.
1463-1470 yılları arasında inşa edilen Fatih Külliyesi bölgenin karakteristik görünümünde önemli bir yere sahiptir. Bu dönemde İstanbul’un Trakya çıkışı Edirnekapı’ya gelince dini ve sosyal işlevli yapılar ve nüfus da Edirnekapı, Sultan Selim ve Fatih bölgelerinde yoğunlaşmıştı. Şehrin önemli trafik kavşağını ve bölgenin yeşil alanlarını oluşturan bu boş bölgeler üzerinde, imari yapılaşmanın mevcut olduğu görülür. Yeni mahallelerin kurulması azaldıkça dönüştürme işlemi de azalarak 17. yüzyılla birlikte tamamen sona ermiştir.
Fatih-Edirnekapı arasında kara gümrüğü kurulması ve Karagümrük semtinin oluşmasıyla Edirnekapı’ ya kadar sürekliliği olan alışveriş ve sosyal aks oluşmuştur.
Çok önemli bildiler verdiniz. Buradan, Cumhuriyet Dönemi’ne ve bahusus Kariye’nin bulunduğu Edirnekapı semtine geçelim dilerseniz…
Hay hay İbrahim Ethem Bey. 19. yüzyıl sonundan Cumhuriyet’in 1960’lı yıllarına kadar kamulaştırma, meydan ve yol açma faaliyetleri şehrin yapısını yok ettiği gibi Edirnekapı semti de bundan nasibini almıştır.
Ne türden tahribatlar yaşandı?
Neler yaşanmadı ki! Ahşap evler yakıldı, yıkıldı, yerlerine betonarme sevimsiz evler- apartmanlar inşa edildi. Apartmanlaşma etkisi ile kent sakinleri adeta yok oldu! Böylece semtin devamlılığı kısmen kopmuş oldu.
Edirnekapı’ya uzanan Fevzipaşa Caddesi’nin açılması bölgenin sokak dokusunu farklılaştırdı. Söz konusu tarihe kadar yangın zararları dışında sokak dokusu korunmuş olan bölge, apartmanlaşma ve yol çalışmaları ile özgün dokusundan iyice uzaklaştırıldı. 1954-1960 yılları arasında yapı yoğunluğu arttı.
Günümüzde Fatih, ana akslarda daha çok ticaret ve konaklama fonksiyonunun yer aldığı bir bölge konumuna geldi.
İstanbul’un tarihsel topoğrafyasının gelişiminin son evresi olan Cumhuriyet dönemi, İstanbul’un tarihi ile kıyaslanınca oldukça kısa bir dönem olsa da bu dönem tarihî topoğrafyanın şekillenmesinde önemli bir yer işgal etmektedir. Cumhuriyet döneminden günümüze kadar olan süreç, İstanbul’un metropolleşme süreci olarak değerlendirilmektedir.
4 asrı aşkın bir süre cami olarak kullanılan ibadethanenin müzeye çevrilme sürecine de kısaca değinir misiniz?
Tabii ki.. Kariye Camii, Bakanlar Kurulunun 29.08.1945 tarihli kararı ile müzeye dönüştürülmüş, bu tarihten sonra birçok kez lokal onarımlar görmüştür. 6.12.1985 tarihinde ‘’İstanbul Tarihi Yarımda’’ genelinde Dünya Miras Listesi’ne giren Kariye Müzesi yapı özelinde de 16.09.1987 Korunması Gerekli Kültür Varlığı olarak tescil edilmiş ve anıt eser statüsünde koruma grubu I olarak belirlenmiştir.
Mabedin Dünya Miras Listesi’ne dâhil edilmesine dair neler söylemek istersiniz?
UNESCO tarafından 1972 yılında kabul edilen “Dünya Kültürel ve Doğal Mirasının Korunması Hakkında Sözleşme”yi 1983 yılında imzaladık.
“İstanbul’un Tarihi Alanları” adıyla 6 Aralık 1985 tarihinde 356 nolu kod ile Dünya Miras Listesi’ne alınan dört koruma alanı, söz konusu ‘liste’ye alınmadan çok daha önce ulusal mevzuat kapsamında ilk koruma planları hazırlanmış ve onaylanmıştı. Topkapı Sarayı ve Sultanahmet Bölgesi 1953 yılında ‘’Arkeolojik Park’’ olarak ilan edilmiş; Zeyrek Camii ve çevresi 1979 yılında, Süleymaniye Camii ve çevresi 1977 yılında ve Kariye Müzesi’nin de içinde bulunduğu alan olan Kara Surları ise 1981 yılında koruma altına alınmıştı.
Dünya Miras Komitesi tarafından üstün evrensel değer taşıyan varlıkların tanımlanmasında kullanılan ölçütler kapsamında (1-2-3 ve 4 nolu) kültürel kriterleri karşılayan İstanbul Kara Surları, UNESCO’nun 1985 yılında ‘’İstanbul’un Tarihi Alanları’’ adıyla ilan ettiği dört Dünya Miras Alanı’ndan (DMA) biridir. Üstün Evrensel Değer (ÜED) beyanında bu alan, Theodosius döneminde yapılan Kara Surları’nın iki tarafındaki alan ” olarak betimlenmiştir. Kara Surları Tarihi Yarımada’yı batıda, kara yönünde sınırlayan ve güneyde Marmara Denizi’nden başlayıp kuzeyde Haliç’e kadar uzanan surları ve yakın çevresini içerir ve yaklaşık olarak 6 km uzunluğunda 16,5 hektarlık bir alana yayılır.
İstanbul Dünya Miras Alanlarının Dört Bileşeninden biri olan Kara Surları’nın kültürel hinterlandında Chora (Kariye Müzesi), Tekfur Sarayı- Blakhernia Sarayı da dâhil olmak üzere küçüklü büyüklü birçok anıt eser yer almaktadır.
Restorasyon uzmanı yüksek mimar Sevilay Uludağ ile gerçekleştirdiğimiz Kariye Restorasyonu mülakatımızın üçüncü bölümünde tarihi eserin vakıf medeniyeti bağlamında restorasyon süreçlerini ele alıyoruz. Bu çerçevede muhatabımız Sevilay Uludağ tarihi İstanbul depreminin bölgedeki etkilerinden ecdadımızın vakıf tesis etme şuuruna kadar pek çok sorumuzu büyük bir yetkinlikle cevapladı.
Sevilay Hanım, Kariye’nin dünden bugüne restorasyon süreçlerine değinir misiniz?
Altıncı yüzyıla giden tarihsel geçmişi ile çok katmanlı bir yapıya sahip olan Kariye Müzesi, Bizans’ın geç döneminde (Paleologos Hanedanı Dönemi) 1316-21 yılları arasında Theodoros Metokhites tarafından büyük ölçüde yenilenip bezenerek bugünkü şeklini almıştır.
14.yüzyıldan günümüze ulaştığı düşünülen Kariye Müzesi’nin mozaikleri ve freskleri “Başkent Üslubu” dediğimiz Bizans Rönesansı’nın en muhteşem eserleridir.
Bizans döneminin bu önemli manastır kilisesi İstanbul’un 1453 yılında fetih edilmesi ile bir süre boş kaldıktan sonra II. Beyazıd döneminde 1511 yılında Sadrazam Hadım Ali (Atik Ali) Paşa tarafından camiye çevrilmiştir. Türk devrinde, kilise dışındaki manastır yapıları zamanla yıkılarak kaybolmuştur.
Anıt eser, Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girdiği 1985 tarihinde ne durumdaydı?
Kariye Müzesi’yle ilgili iki rapor hazırlanmıştı. 1981 Mora raporunda Kariye Camii’nin çatı örtüsündeki kurşun levhaların ve su borularının kötü durumda olduğundan, dış cephelerde derz boşluklarının yakın dönemde doldurulmuş olduğundan, tuğla kırıklı çimento bağlayıcılı harçlı sıvaların kullanıldığından ve yüzey çatlaklarına dolan yağmur sularının buharlaşamamasından söz edilmekteydi. Ayrıca boyalı yüzeylerde tuzlanma sorununun mevcudiyetine temas edilmişti.
Bir de 1983 Massari raporu söz konusu… Raporda son yıllarda restorasyonla yapının büyük ölçüde koruma altına alındığı fakat yıllar içerisinde oluşmuş tahribatın etkilerinin de görüldüğü belirtiliyor. Ayrıca raporda yapıdaki nemin ölçülerek yapının eğimli yoldan ve çatıdan gelen yağmur sularına maruz kaldığına vurgulanmıştır.
Massari raporunda kubbe ve kemer içlerindeki mozaik ve duvar resimlerine ilişkin kayıplarının çatıdan gelen sudan kaynaklı olduğu belirtilerek genel olarak sıva kayıplarına yol açan nedenlerden birinin de nem çekici tuzlanmanın varlığı olarak adreslenmişti.
Raporun sonunda genel olarak nem, tuzlanma, yoğunlaşma nedeni ile nemlilik ve lokal olarak çatıdan sızan sulardan bahsedilmekteydi.
Her iki raporda Kariye Camii’nin ve Müzesi’nin 1985 yılındaki mevcut durumu belirtilmiştir.
Kariye’de tarih boyunca gerçekleştirilen restorasyonlar hakkında neler söylemek istersiniz?
Günümüzde Kariye Camii veya Kariye Müzesi adları ile tanınan yapı, Ayasofya’dan sonra en fazla tanınan anıt eserlerimizdendir. Yapı geçmişte İstanbul’un altıncı tepesinde Haliç’in güneyinde inşa edilen Khora Manastırı’nın İsa’ya ithaf edilmiş ana kilisesiydi.
Çok katmanlı yapı…
Altıncı yüzyıla giden tarihsel geçmişi ile çok katmanlı bir yapıya sahip olan Kariye Müzesi, evvelce büyük bir kompleksin merkezini teşkil ediyordu.
11. Yüzyılda İmparator I.Aleksios Komneos’un kayınvalidesi Maria Dukaina zamanında harap olan kilise yeniden ihya edilmiş olup bu inşa döneminden sonra tekrar harap olan yapı bir süre sonra İmparator Aleksios’un küçük oğlu İsaakios tarafından 12. yüzyılda tekrar ihya edilir.
O dönemden günümüze tarihi mabedin hangi yapı birimleri ulaşmıştır?
Bu dönemden günümüze sadece ana mekan (naos) kalmıştır. Fakat yapılan son araştırmalarda iç narteksin de bu dönemden kalmış olabileceği ön görülmektedir.
Eser, Bizans’ın geç döneminde (Paleologos Hanedanı Dönemi) 1316-21 yılları arasında Theodoros Metokhites tarafından büyük ölçüde yenilenip bezenerek bugünkü mimari kurgusunu ve şeklini almıştır. Bu inşa döneminde yapıya parekklesion, anneks, pastoforium gibi mimari hacimlerin yanı sıra bir depremde yıkılan ana mekân kubbesinin de bu dönemde tuğla örgülü olarak yeniden ihyâ edildiği bilinmektedir. İç narteksin ise bazı kaynaklarda 14. yüzyılda inşa edildiği belirtilmiş olsa da 12. yüzyıl inşa dönemine ait olabileceğini ifade eden kaynaklar da mevcuttur.
Yapıda mozaik ve freksler öne çıkıyor…
Kariye, mozaik ve freskleri ile Bizans sanatının ve dünya sanatının gelişiminde çok önemli bir yere sahip olan yapı Erken İtalyan Rönesansı anıtlarıyla özellikle de Giotto’nun Arena Şapeli’ndeki freskolarıyla kıyaslanır.
Kariye’de Osmanlı döneminde neler yapıldı?
Bilindiği üzere Osmanlı Cihan Devleti İstanbul’u fethettikten sonra şehri maddi ve manevi anlamda ihya ve inşa süreçlerine girmiştir. Dünkü sohbetimizde bahsettiğimiz üzere Cami ve mescitler Osmanlı şehir kurgusunun merkezinde yer almaktadır. Padişah ve valide sultanlar kadar devlet ricali ve varlıklı aileler de Osmanlı İstanbul’una pek çok ibadethane kazandırmıştır.
Osmanlı için bizatihi ‘vakıf medeniyeti’ diyebiliriz. Sevilay Hanım bu hususta siz neler söylemek istersiniz?
Güzel bir konuya temas ettiniz. Türk milletinin en çok bilinen özelliklerinden biri de insanların, hatta bütün canlıların faydalanması için yaptıkları fedakârlıklardır. İstanbul, asırlar boyunca binlerce vakıfla, vakıf eserleriyle, hayratla abâd olmuş; hayatın hemen her alanında vakfiyeler tesis edilmiştir.
İstanbul’da kurulan vakıflar eliyle bir yandan sağlık, yoksullarla dayanışma ve şehirleri imar alanlarında tabir yerindeyse hamle çapında hizmetler görülürken, diğer yandan da göçmen kuşlara sahip çıkılmış, yolda kalanlar doyurulmuş, yetim çocuklar evlendirilmiş, ahalinin su ihtiyacı karşılanmış, talebeler okutulmuş, ilme ve âlime sahip çıkmış; böylelikle İstanbul’da adalet ve merhamet yüzlerce yıl hüküm sürmüştür.
İstanbullu hayırseverler nice bedesten, çeşme, yol, köprü, kale, mesire yerleri, deniz fenerleri, sebiller, dul ve yetim evleri, çocuk emzirme ve büyütme yuvaları kurup vakfetmiş; cami ve mescitler başta olmak üzere sivil ve dini mimari vakıf eserleri birbiri ardına sıralanmıştır. Böylelikle eğitimden sağlığa; çevreden sosyal hizmetlere kadar pek çok alanda devletin yükünün büyük bölümünü vakıflar, vakıf insanlar üstlenmiştir.
Osmanlı döneminde Kariye büsbütün şenlendirilmiştir. 1511 yılında yapı camiye tevdi edilirken güneybatı köşeye minare ve naosa mermer bir mihrap eklenmiştir. Böylelikle Kariye Camii’nin çevresi medrese, tekke, türbe, çeşme ve imarethane ile tabir caizse âbad olmuştur. Osmanlı insanı tarihi ibadethanenin çevresine yapıyla uyumlu müştemilatlar kazandırırken çevreye ve geçmişe özeni göz ardı etmemiş, manzumenin merkezi olan yapının mimarisini etkileyecek çok fazla bir müdahalede bulunulmamıştır. Ben bu hususu önemsiyorum. Katıldığım program ve seminerlerde de dile getiriyorum.
Bildiğim kadarıyla İstanbul’u tabir yerindeyse yerle bir eden 1766 tarihli büyük depremde Kariye Camii’nin kubbesi de yıkılıyor. Sonrasında nasıl bir yenilenme çalışması yapılmış? Bu konudaki malumatınıza müracaat etmek isteriz?
1766 depremi sonuçları itibarıyla İstanbul’daki sivil ve dini mimari yapılara oldukça büyük hasar veriyor. O dönemde Yedikule ve Edirnekapı İstansul’un önemli nüfus alanları. Mezkûr iki bölgede yapılaşma fazla olduğundan yıkım da fazla oluyor, medreseler, camiler, imarethaneler, hâneler büyük zarar görürken Kariye Camii’nin merkezi kubbesi de çöküyor. Deprem mdödösşld yıkılan merkezi kubbe kısa süre içerisinde mimar İsmail Halife tarafından ahşap bağdadi olarak yenileniyor.
Sultan Abdülaziz Han döneminde 1875-1876 yılında yapının bakım ve onarım çalışmalarına girişiliyor, İstanbullu Mimar Peloppida Kouppas tarafından mozaikler kısmen temizlenip ahşap kepenklerle kapatılıyor. Biz buradan ecdadın tarihi eserleri ele alış tarzına yönelik önemli dersler çıkartıyoruz. Aynı tarihlerde kubbelerin ve üst örtü sisteminin dalgalı hattı doldurularak düz satıhlı olarak düzenleniyor.
II. Abdülhamid Han döneminde 1894 depreminde minarenin petek kısmı çökünce bir süre sonra 1898’de klasik üslupta tamamlanıyor. 1903-1906 yıllarında ise yapı Rus Arkeoloji Enstitüsü tarafından kısmen onarılıyor.
Onarım bâbından Cumhuriyet döneminde neler yapılıyor?
Osmanlı sonrası Cumhuriyet döneminde de onarımların sürdüğünü gözlemliyoruz. Evkâf İdaresi 1929- 1930 yılları arasında kısmî bir onarım gerçekleştiriyor. 1945-1946 yıllarında ise yapı ile ilgili iki onarım keşfi hazırlanıyor. Mimar Cahide Tamer’in yaptığı ilk bilimsel restorasyon çalışmalarında ise yapının özellikle kurşun örtüleri yenilenip rölövesi çıkarılıyor.
1948-1959 yılları arasında Amerikan Bizans Enstitüsü (Byzantine Institute of America) ve Dumbarton Oaks Fieldwork Committee işbirliği ile merkezî ibadet alanı (naos) ve giriş hollerindeki (narteks) mozaiklerin ve fresklerin korunmasına yönelik konservasyon ağırlıklı kapsamlı bir restorasyon yapılıyor.
Yapının 2013 yılından bugüne hali hazırda devam eden tarihinin en geniş ve kapsamlı restorasyonu devam etmektedir.
Bu müdahalelerin kararları neye göre verildi?
Bilimsel ve teknik raporlara göre. Birkaç rapor söz konusu. Müsaadelerinizde raporlara tek tek değinmek isterim.
Tabii ki, lütfen buyurunuz…
Yapı ile ilgili olarak Kültür Bakanlığı’nın 27.06.1986 tarih 6377 sayılı yazısı gereği hazırlanan rapor. Kültür Bakanlığı’nın 12.07.1990 tarih 232 sayılı yazısı gereği hazırlanan rapor. Kültür Bakanlığı’nın 26.03.1991 tarih 452 sayılı yazısı gereği hazırlanan rapor. Kültür Bakanlığı’nın 27.11.1998 tarih 559 sayılı yazısı gereği hazırlanan rapor.
Kültür Bakanlığı’nın 20.02.2001 tarih 118 sayılı yazısı gereği hazırlanan tüm teknik raporlarda genel olarak sorunlar ve çözüm önerileri benzer olup nem ve tuzlanma, çatı üst örtüsünde yağmur suyunun kılcal çatlaklardan sızması, zeminden yükselen nem, taş ve tuğla yüzeylerde yapısal bozulmalar, cephelerde çimento bağlayıcılı sıvanın tahribatı, vb. sorunlar tespit edilmiş ve çözüm önerileri sunuldu.
Bu veriler ile beraber Kültür Bakanlığı’nın talimatı doğrultusunda Kariye Müzesi Rölöve, Restitüsyon ve Restorasyon projeleri 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası kapsamında hazırlandı. 2009 yılında başlayan proje çalışmaları 2011 yılında Koruma Bölge Kurulunun proje onayı ile tamamlandı. Bu doğrultuda Kültür Bakanlığı oluru ile Kariye Müzesi’nin 2012 yılı onarım ve restorasyon işi geçici yer teslimi 16.01.2013 tarihinde, fiili yer teslimi ise 12.09.2013 tarihinde yapılmış olup Kültür Bakanlığı ve İl Özel İdaresi arasında kurumsal yazışmalar sonucunda müzenin ziyaretçilere kapatılmaması ve restorasyonun etaplar halinde yapılacağı Kültür Bakanlığı tarafından karara bağlandı.
2013 yılından beri devam eden restorasyon çalışmalarını ise Ayasofya Bilim Kurulu, İstanbul Rölöve ve Anıtlar Kurulu Kontrol Heyeti, İstanbul Anıtlar Kurulu kararları doğrultusunda gerçekleştiriyoruz.
Kariye Müzesi/Camii restorasyonu mülakatımızın son bölümünde 16 yıldır tarihi eser restorasyonu üzerine çalışmalar yapmakta olan yüksek mimar Sevilay Uludağ ile tarihi eser restorasyonu ve Kariye Müzesi’ndeki restorasyon çalışmaları üzerine hasbıhal ettik.
Sevilay Uludağ uzmanlık alanı tarihi eser restorasyonu olan işinin ehli bir mimar. Uludağ 16 yıllık süreçte Edirne’den Samsun’a, Afyon’dan İzmir’e ve oradan da Balkanlar’daki Osmanlı eserlerine varıncaya kadar yüzlerce tarihi eserin restorasyonuna imza atmış.
Ağa Camii, Selimiye Dar’ul Kurra Medresesi, Manisa Zeynelzade Kütüphanesi, Kasımpaşa Mevlevihanesi, Afyon Arapmescit Camii, Fatih Aşık Paşa Camii, Makedonya Radanya Camii, Manastır İshak Paşa Camii’nin, Arnavutluk Preze Kale Camii yurt içinde ve dışında elinin değdiği asırlık geçmişi bulunan sivil ve dini mimari eserlerden bazıları.
Şu sıralar Kariye Müzesi restorasyonuyla meşgul olan Sevilay Uludağ ekibiyle birlikte medrese, cami, mescit, türbe, hazire, imarethane, sebil, sıbyan mektebi, Mevlevihane ve kütüphane gibi Osmanlı medeniyetinden günümüz Türkiye’sine miras kalan tarihi eserleri, abide binaları aslına uygun bir keyfiyette restore ediyor…
Hizmete restorasyon alandaki eksiklikleri müşahede ederek, medeniyet, tarih ve kültür bilincini proje ile hayata geçirmek amacıyla başlayan tecrübeli mimar, cami, mescit, medrese, tekke, çeşme, türbe, gibi vakıf medeniyeti mahreçli eserlerin yayında havagazı fabrikası, un fabrikası, konut gibi sivil mimari olmak üzere 150’ye yakın eserin rölöve, restitüsyon ve restorasyon projelerini hazırlamış. Aralarında pîri Mimar Sinan’ın eserlerinin de bulunduğu da birçok tarihi yapının restorasyon uygulama projelerini hayata geçirmiş.
Muhtelif çeşme ve sebil restorasyonları da gerçekleştiren mimar Uludağ işlerinin ve dahi hizmetlerinin taşınmaz kültür varlıklarının konservasyonu ve restorasyonunu aslına uygun bir keyfiyette yapmak olduğuna vurgu yapıyor.
Tarihi eser restorasyonu deyince medeniyetin, tarihin, kültürün yaşatılmasını ve nesillere aktarılmasını sağlamayı anladığını belirten Sevilay Hanım “eserler, ancak gerektiğinde, özellikleri muhafaza edilerek tamir ve bakımdan geçerse nesilden nesle aktarılabilir” diyor ve ekliyor: “İşin uzmanlarıyla çalışmak önemli. Çok kapsamlı araştırma yapmak daha da mühim. Uygulama yapılacak yapının benzerlerini incelemek, dönem ve üslubunu çok iyi anlamak projenin olmazsa olmazları arasında. Ekibe tekrar vurgu yapmak isterim müsaadelerinizle. En önemli hususlardan biri kanaatimce çalışma ekibi. Tarihi eser restorasyonu bizatihi ekip işidir. Araştırma safhasından, çizim safhasına kadar teknik desteğe ihtiyaç duyarız. Konusunun uzmanı kişiler bu alanda çalışırken uzmanlıklarına özveriyi ve dahi aşkı da eklemelidir.
Restorasyon bizatihi ticari kazan alanı olarak görülmemeli.
Medeniyetimize ait kadim eserlerin aslına uygun olarak yenilenmesi kesinlikle bizatihi ticari faaliyet olarak görülmemesi gereken bir hizmettir. Para bahis mevzuu olmayacak mı? Tabii ki olacak ama her zaman ikinci planda kalacak. Restorasyon işinde kullanılan malzemeden işçi ve usta seçimine kadar dikkatli davranmak lazım.
Kullanılan malzemenin mevcut yapı ile uyumu, işçilik kalitesi, keyfî uygulamalar ve daha fazla kâr elde etmek amacıyla özensiz iş yapma ve imitasyon uygulamalar sıkça rastlanılan hatalardır.
Proje süreci önemli…
Tarihi eserlerde tespit ve belgeleme, tüm koruma sürecinin esas aldığı ilk ve en önemli aşamadır. Bir eserin doğru anlaşılması, belgelenmesi ve tespiti bu bilgilerin ışığında yapıda gerçekleştirilecek koruma uygulama çalışmaları için daha bilimsel ve geniş bir bakış açısına sahip olunmasını sağlar.”
Muhatabım, bu meyanda Kariye Müzesi’nde neler yaptıklarına dair şu cümlelerle okuyucularımızı bilgilendiriyor: “Bu aşamada yapılan tarihi araştırmalar Kariye Müzesi’nin farklı dönemlerdeki durumunu, süreç içerisinde geçirdiği onarım ve tamiratları gösteren verileri oluşturdu. Elde edilen ve tespit edilen tüm bu veriler ışığında yapının geçirmiş olduğu tarihsel inşâ ve onarım dönemleri kronolojik olarak ortaya koyarak yapının nitelikleri belirlendi.
Ayrıca yapının tarihsel süreci dışında günümüzde şehir hayatının yoğunluğu içerisinde kalması, bulunduğu arazi konumu, çevre ve iklim koşullarının da dikkatle incelenmesini gerekli kıldı. Bu bağlamda nasıl bir ortamda koruma tedbirlerinin alınacağını ve hangi sorunlarla mücadele etmek gerektiğini görmüş olduk. Böylece yapının mevcut durumunun doğru ve detaylı olarak tanımlanmasına önem vererek yapacağımız imalatları uygun olarak tespit ettik. Bu inceleme ve değerlendirme süreci, sonrasında hazırlanan rölöve, restitüsyon, restorasyon çizimleri, hasar tespit projeleri, bezemeler, dönem analizleri, rölöve detayları, malzeme analiz raporları yapılan tüm uygulamalara bilimsel bir kimlik kazandı.
Böylelikle, Kültür Bakanlığı’nın talimatı doğrultusunda Kariye Müzesi Rölöve, Restitüsyon ve Restorasyon projeleri 2863 sayılı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Yasası kapsamında hazırlandı. 2009 yılında başlayan proje çalışmaları 2011 yılında Koruma Bölge Kurulunun proje onayı ile tamamlandı.”
Titiz ve bilimsel bir restorasyon süreci
Kariye Müzesi restorasyonu sürecinde Sevilay Hanım’dan yapının kâgir elemanların video-endeskopi ile araştırıldığını, kimyasal ve fiziksel laboratuar testleri ve gergi elemanlarının dinamik testlerinin yapıldığını, temel araştırması için en az iki temel çukuru açıldığını, zemin araştırma için de statik ve dinamik penetrasyon testlerinin yapıldığını, çatlaklar için analojik görüntüleme yöntemine başvurulduğunu, temel yapısının radarla görüntülendiğini ve yapının matematik ortamda modellenerek güçlendirme projelerinin hazırlandığını öğrendik.
Gönlümüz, ülkemizde Tek Parti’nin hüküm sürdüğü 1945 yılında Bakanlar Kurulu kararıyla müzeye çevrilen tarihi mabedin -müze hususiyetinin devam ettirmekle birlikte- kubbesinin muvahhit cemaatiyle; minarelerinin ezan sesiyle buluşmasını ümit ve temenni ediyor. Vakıa şudur ki bu şehrin Müslümanları 434 yıllık hasretin bitmesini; en kısa zamanda Kariye Camii’nin ibadete açılmasını arzu ediyor.
Kariye Müzesi’nde bilimsel yöntemlerle sürdürülmekte olan restorasyon süreci tamamlanmak üzere. Tarihi mabedin Naos, Ahşap Bağdadi Kubbe Konservasyonu ve Restorasyonuna, Konservasyonuna ve Mozaik Konservasyonuna değinerek yazı dizimizi nihayete erdiriyoruz.
Naos, Ahşap Bağdadi Kubbe Konservasyonu ve Restorasyonu
Ana kubbe iç kısmında çimento esaslı sıvaların sökülüp bağdadi çıtaların durum tespitini, kubbe üst örtüsünde kurşun ve çamur sıva sökümü ahşap kaplama ve karkasların tespit süreci takip etmiş., Belgeleme çalışmasının ardından, niteliksiz ve çürümüş olan ahşap kaplamalar itinalı olarak sökülmüş. Bu aşamadan sonra özgün ahşap dokular konservasyon uygulamaları ile güçlendirilerek alınan ahşap kaplamalar özgün dokuya uygun bir şekilde meşe ağacından ahşap kaplamalarla yenilenmiş.
Konservasyon
Konservasyon çalışmalarında ilk olarak tespit ve belgelendirme çalışmaları yapılarak onarım projesi kapsamında bütün alanlar karolajlara bölünmüş, fotoğraf ile belgelenip hasar tespit ve desen paftaları hazırlanmış. Mevcut müdahale paftaları ile paralel doğrultuda sonradan yapılmasına karar verilen bütün müdahaleler belgelendirilmiş.
Naosta bulunan zemin döşeme mermerleri ile iç cephe mermer kaplama panolarının envanter numaraları taşın yapısına zarar vermeyen tıbbi kağıt plaster bantların üzerine yazılarak taşlarda bulunan bütün çatlaklar ve boşluklar projeye işlenmiş. Aynı zamanda taşların cinslerini gösteren ayrı paftalar hazırlanmış.
Kariye Müzesi’nin içinde birden çok taş cinsi görülmekte. Duvarları kaplayan mermerlerin içinde çoğunlukla Marmara Adası’ndan beyaz renkli ve gri damarlı olan mermerler kullanılmış. Ayrıca Marmara mermerinin yanı sıra Kuzey Afrika, Eğriboz Adası ve Afyon gibi değişik yerlerden getirilen Porfir, antik yeşil, oniks, kırmızı, sarı ve pembe renkli damarlı mermerlerle zengin bir görünüm oluşturulmuş. Aynı seri mermer bloklar kesilerek yan yana monte edilmesiyle mermerlerin üzerinde oluşan desenler, zengin simetrik şekiller ve kesilmiş ağaç desenini andıran motifleri oluşturmuş.
Naos’da bulunan mermer kaplama levhalarının yüzey temizlikleri yapılmış. İlk olarak saf su ve mikro gözenekli süngerler ile taş yüzeyleri silinmiş, saf su ve kâğıt havlu kompres uygulaması sonrasında yumuşak uçlu plastik kıl fırçalar ile taş yüzeyleri fırçalanıp temizlenmiş.
Naos duvar yüzeylerinde yapılan temizlik uygulamaları sonrasında taşların derz aralarında bulunan ve bağlayıcı özelliği kaybolmuş derz dolgu harçları alınarak yerlerine kireç bağlayıcılı yeni dolgu harçları yapılmış. Derz dolguları sonrasında naos cephelerinde renkli mermerlerin olduğu alanlarda derz dolguları renklendirilerek duvarlarda renk bütünlüğünü sağlanmış.
Naos cephelerdeki yapılan çalışmalardan sonra taban döşeme mermerlerinde saf su, kâğıt havlu kompres uygulaması ile yüzey temizliği, derz açma ve derz kapama uygulamaları icra edilmiş,
Mozaik Konservasyonu
Yüzey bezemeleri içerisinde özgün tessera tipi olan sarı ve gümüş varaklı mozaiklerin yapım tekniğinde bir cam küp üzerine altın veya gümüş varak üstünde yapıştırılmış ince bir cam tabakası bulunuyor. Zamanla dış etkenlerden kaynaklı olarak düşmüş üst cam tabakasının sağlamlaştırma çalışması için öncelikli olarak camların altında kalan varakların yapıştırması %3’lük paraloid B72 ile yapılmış. Varaklar sağlamlaştırıldıktan sonra kuru, yumuşak fırça yardımıyla uygulayıcının diğer bir elinde destek olacak şekilde müdahale edilen mozaiklerin üzerinden çıkan üst cam kapaklar %10’luk paraloid B72 pens ve enjektör yardımıyla düştüğü mozaik üzerine yapıştırılmış.
Nem ve tuz hareketleri nedeniyle bağlayıcılık özelliğini yitirmiş olan harç tabakasından ayrılmış olanlar ve düşmüş olanların tekrar yatak harcına bağlanması için önce tesseranın düştüğü yüzey temizlenip hazırlanan harç ile tesseranın bulunduğu orijinal yatak hazırlanmış. Sonra tessera harç içine yerleştirilip preslenmiş. Harcın prizi kontrol edilip istenilen sonuç elde edildikten sonra pres yüzeyden alınmış. Grup halinde oynayan ve düşmek üzere olan tesseralar için derz aralarına hazır harç enjekte edilerek preslenmiş ve böylelikle oynamanın önüne geçilmiş.
Duvar yüzeylerinden ayrılmış olan sıvalı veya mozaikli bölgelerde duvara aderansın sağlanması amacıyla enjeksiyon deliklerinin sıva kalınlığına kadar açılması, kompresör yardımıyla açılan deliklerin temizlenmesi, açılan delikten küçük agregalı harç tabanca yardımı ile yüzey arkasına enjekte edilip daha sonra destek konularak yüzeyin tuğla dokuya tespiti için preslenmiş. Harcın prizi kontrol edilip istenilen sonuç elde edildikten sonra yüzeyden pres alınmış.
Naosta; kasnak altında bulunan batı ve güney cephesi pencere kemer içlerindeki ve duvar panolarında kenar bantları özgün dokuya uygun olarak yenilenmiş. Mozaikli yüzeyler krom ankrajlarla güçlendirilmiş.
Aynı şekilde fresklerde mikro enjeksiyon yöntemi ile sağlamlaştırılarak çimento harçlı kenar bantları özgün harç terkibinde yenilenmiş.
Naos iç yüzeylerinde özgün olmayan çimento katkılı derzler ile sağlam olmayan derz yüzeyleri itina ile raspa edilerek alınmış. Özgün ve sağlam olan derzler korunarak sadece yüzey temizliği yapılmış.
Hasret burcunda bir Osmanlı eseri: Manastır İshak Çelebi Camii
16’ıncı yüzyılda inşa edilen İshak Çelebi Camii tekrar cemaatine kavuşuyor.
İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni
Manastır İshak Çelebi Camii, Osmanlı Cihan Devleti’nin Balkanlar’da inşa ettiği en büyük camilerden biri. 16’ncı yüzyıl Osmanlı mimarisinin tipik özelliklerini taşıyan cami, TİKA’nın desteğiyle restore edildi.
Kadim eser, Osmanlı padişahları tarafından da zaman zaman ziyaret edilen kadim esere Sultan Reşad’ın gubari hat çeşidiyle bir levhayı bizzat astığı ve Sultan Abdülhamid Han’ın camii dört defa ziyaret ettiği bilinmektedir.
Restorasyon uzmanı Erhan Uludağ ile Manastır İshak Çelebi Camii’nin restorasyonu özelinde bir mülakat yaptık.
İbrahim Ethem Gören: Erhan Bey, evvelemirde camiinin banisi İshak Çelebi’den bahseder misiniz? Hakkında ne tür bilgiler mevcut?
Erhan Uludağ: Külliyenin kurucusu ve aynı zamanda şimdi harabe halindeki İshak Fakih Camii’nin de banisi olan İshak Fakih’in oğlu İshak Çelebi’dir. İshak Çelebi önce Manastır, daha sonra Selanik kadısıdır.
Camiinin inşası hangi zaman dilimine tarihleniyor? Bir tarih kitabesi var mı?
Giriş kapısı üzerinde yer alan dört satır halindeki Sülüs karakterle yazılmış Arapça inşa kitabesine cami, II. Bayezid devrinde, H. 912/ M. 1506 yılında, İsa Fakih’in oğlu İshak Çelebi tarafından yaptırılmıştır.
Osmanlı döneminde şehir merkezlerindeki camiler umumiyetle külliye şeklinde inşa ediliyordu. Bu bağlamda İshak Çelebi Külliyesi’nden geriye neler kalmış?
Maalesef sadece cami kalmıştır.
BALKANLARDAKİ EN BÜYÜK OSMANLI ESERLERİNDEN BİRİ
Osmanlı asırlarında külliyenin gederleri nasıl karşılanmış. Bir vakıf, vakfiye söz konusu mu?
Vakfiyenin tamamı elimizde değildir, kaynaklarda herhangi bir bilgiye rastlanmamıştır. Ancak vakıf eserlerinin tekrardan vakıf hizmetine alınabilmesi için Makedonya İslam Birliği ve Manastır özelinde de Manastır Müftülüğü gayret sarf etmektedir.
Camiinin teknik özelliklerinden bahseder misiniz?
Cami, içten içe 14.60 mx14.60 m. ebatlarında kare planlı harim kısmı ile kuzey cephesine bitişik konumlanmış 10.50 m.x 27.30 m. ebatlarında dikdörtgen planlı son cemaat bölümünden oluşmaktadır.
Son cemaat bölümünün harim duvarı hizasındaki ilk bölümü 3 adet kubbe ile örtülürken diğer kısımları kırma çatı ile geçilmiştir. Kagir sistemde yapılan caminin son cemaat kubbeleri geç dönemde ahşap olarak yapılmıştır. Uygulamada son cemaat kubbeleri özgününe uygun olarak tuğladan, kagir sistemden yeniden yapılmıştır. Kubbeleri taşıyan özgün mermer sütunlardan bir tanesi günümüze ulaşabilmiş, diğerleri kubbeler ahşap olarak yapıldığı geç dönemde ahşaptan yapılmıştır. Proje kapsamında bu sütunlarda özgün sütun özelliğine göre mermerden yapılmıştır.
Harim cepheleri almaşık örgü sistemine sahiptir. Bir sıra kaba yonu veya moloz taş, 3 sıra tuğla taştan düzenlenmiştir. Taş sırası düşey aralarında da dik yönde tuğlalarda yerleştirilmiştir. Minare kürsü ve pabucu da kaba yonu taş ve tuğla hatıl sırasından yapılmıştır. Gövde ve petek kısmı da kesme taştır. Minare şerefe altı stalaktitli olup estetik bir görünüşe sahiptir. Son cemaat bölümü 19. yüzyılda kapatıldığından cepheleri o dönemin mimarisine uygun olarak sıvalıdır.
Cami geride kalan asırlarda restorasyondan geçmiş mi?
Cami’nin, inşa edildiği zamandan bugüne pek çok kez onarım gördüğü hem yapının mimari ve hem de bezeme özelliklerinden anlaşılmaktadır. Özellikle son cemaat yerine yapılan ilave bölümler ile iç duvar ve kubbe yüzeylerinde bulunan kalemişi bezemelerdeki üslup-renk farklılıkları, onarıma ilişkin en somut veriler arasındadır. Eldeki bilgilerden hareketle Cami’nin, 1890, 1910-1911, 1959, 1963, 1980, 2003, 2005, 2014 yıllarında müdahale gördüğü ve bazı kısımlarının elden geçirildiği düşünülmektedir. Ancak, bu onarımlarda yapının hangi kısımlarının onarıldığı/yenilendiği konusunda arşivlerde yeterli bilgi-belge bulunmamaktadır. Ancak, son cemaat mahalline ilave yapıldığı, kadınlar mahfilinin düzenlendiği, minarenin onarıldığı, kalemişi bezemelerin bakım ve onarımlarının yapıldığı araştırmalar sonucunda saptanmıştır.
BALKAN HARBİ YILLARINDA MEZAR KİTABELERİ KALDIRIM TAŞI OLARAK KULLANILMIŞTIR
Siz restorasyona başladığınızda tarihi ibadethanenin genel görüntüsü nasıldı?
Maalesef cami bakımsız ve kötü durumda idi. Harimde ve son cemaat duvarlarında çok ciddi rutubet sorunu vardı. Harim ana kubbede 1. Dünya Savaşı’nda düşen havan topunun geldiği bölüm hasarlı bir şekilde idi. Harim minber, mihrap, vaiz kürsüsü, pencere kepenkleri yağlı boya ile özgün olmayan şeklide boyalı idi. Harimin kadınlar mahfili ahşapları kötü durumda idi. Harim cepheleri boyalı idi ve çoğu dökülmüştü. Harim pencere doğramaları çürümüştü ve kötü durumda idi. Son cemaat sağ ve sol cephelerdeki kadınlar mahfili kısımları yerinde değildi. Son cemaat yeri çatı karkasında ciddi sehim oluşmuştu, çatı örtüsü kötü durumda idi. Son cemaat kuzey duvarı kalemişlerinin büyük bir bölümü boya ile kapatılmıştı. Son cemaat pencere ve kapı doğramaları çürümüştü ve kötü durumda idi. Son cemaat ve harime ekli gasilhanenin bulunduğu ek bina yapının mimari karakterini bozmakta idi. En acısı da hazire taşlarının sökülerek yapı çevresinde kaldırım taşı olarak kullanılmış olması idi.
MANASTIR HALKI CAMİİNİN BİR AN ÖNCE İBADETE AÇILMASINI BEKLİYOR
Restorasyona Manastırlılar ne türden tepkiler verdi?
Restorasyon sonrasında camimizin görkemi ve ihtişamı kat ve kat artmış; Manastırlılar da bu güzellik karşısında tebriklerini, mutluluklarını ifade etmişlerdir ve etmektedirler. Bir an evvel ibadete açılmasını istemektedirler.
Camide yaptığınız hizmetleriniz hakkında kısaca bilgi verir misiniz?
Camide statik ve mimari uygulamalarımız olmuştur. Taşıyıcı sistem olarak yapı cephelerinde belli kotlarda karbon çubuk uygulaması yapılmıştır. Harim ana kubbesinde eteklerden başlamak üzere belli bir kota kadar karbon elyaf uygulaması yapılmıştır. Son cemaat kuzey cephesi ile kasnak duvarlarındaki çatlaklara dikiş atılmış ve enjeksiyon uygulaması yapılmıştır.
Mimari olarak ise özgün olmayan ahşap karkaslı son cemaat kubbe ve sütunlar sökülmüş, yerine özgününe uygun malzeme ve yapım tekniğine göre yeniden yapılmıştır. Sütunlar mermer, kubbeler tuğladan yapılmıştır. Son cemaati örten kırma çatı ahşap karkası, çatı örtüsü, tavan kaplaması yeni yapılmıştır. Son cemaatteki iki adet ahşap kadınlar mahfili, ahşap döşemesi, üç adet giriş kapısı özgününe uygun olarak yapılmıştır. Cephe sıvaları, kırık olan taş pencere söveleri özgün malzeme özelliklerine göre yapılmıştır. Son cemaat ve harimdeki özgün olmayan ve kötü durumdaki tüm pencereler özgününe uygun olarak yenilenmiştir. Harimdeki kadınlar mahfili öncelikle boya raspası yapılmış,çürüyen ahşap korkuluk, ahşap döşeme karkasları, küpeşte ve tavan kaplamları sökülmüş, yerine özgün detayına uygun olarak tamamlamalar yapılmıştır.
Harim özgün olmayan döşemesi sökülerek 1. sınıf çam malzemeden ahşap döşeme yapılmıştır. 16. yüzyıldan günümüze ulaşan ceviz ağacından yapılmış pencere kepenkleri ile harim ahşap kapısı boya raspası yapılmış, çürüyen bölümleri özgün ahşap malzemesine uygun olarak değiştirilmiş ve korunarak yerine takılmıştır. Minber, vaiz kürsüsü ve mihraptaki özgün olmayan boyalar raspa edilmiş, özgününde varak olan kısımlar tespit edilerek özgününe uygun olarak restorasyonları tamamlanmıştır. Harim ve son cemaat kuzey duvarındaki kalemişleri için itinalı kalemişi raspası yapılmış, özgün dönem tespit edilip projelendirilmiştir. Özgün kalem işi canlandırma dediğimiz yöntemle restore edilmiş, özgününe uygun duruma getirilmiştir.
Camide ısıtma sistemi olarak elektrikli halı kullanılmıştır.
Minarenin şerefe altında bozulan mukarnaslı geçiş onarılmış, yok olan kesme taşlar çürütülerek tümlenmiştir.
Açılış ne zaman?
Sayın Cumhurbaşkanımız “Seçimlerden sonra açarız” demişlerdi ancak şu anki duruma göre resmi açılış ne zaman olur bilmem. Bütün İslam âleminde olduğu gibi Makedonya Müslümanları da Sayın Cumhurbaşkanımıza olan muhabbetlerinden dolayı O’nu hasretle bekliyorlar.
Son olarak okuyucularımıza neler söylemek istersiniz?
Ecdadın 16. yüzyılda yapmış olduğu ve Balkanların en büyük camilerinden olan İshak Çelebi Caminin restorasyonunu yapmak, gelecek kuşaklara doğru bir restorasyon ile bu eserimizi bırakmak onuru ve gururu içerisinde olduğumuzu belirtmek isterim. Manastır’daki Müslüman kardeşlerimize daha uzun süreler ibadet edebilecekleri bu güzel eseri restore etmekten sevinç duymaktayız. Bu restorasyon ile atalarımızın eseri yüzyıllar boyunca ayakta kalacak ve gelecek kuşaklara aktarılacaktır.
İstanbul’un fethinden önce yapılan Rumeli Hisarı içindeki caminin aslına uygun olrak yapılmasına İBB’nin ve Vakıflar’ın projelerinde danışman olarak yer alan pek çok mimar ve bilirkişinin ideolojik tercihlerle karşı çıkması tepkilere enden oldu.
İbrahim Ethem Gören/ Dünya Bülteni
“Bu cami, İstanbul’la ilk nişan yapan kumandanın mührüdür. İstanbul’a ilk yapılan İslam mabedidir. Bu anlamlı yapı doğal afetlere karşı durabilmiş ancak beşer-i insanın şerrinden kendini koruyamamıştır.”
Boğazkesen Mescidi’nin; namı diğer Ebu’l-Feth Camii’nin inşa tarihi 560 sene öncesine, Rumelihisarı’nın yapım tarihine kadar uzanır. Akşemseddin’in rahle arkadaşı, Hacı Bayram Veli’nin halifelerinden Seyyid Mahmud Bedrettin ve arkadaşlarının Ermeni duvar ustalarından destek alarak 1452 tarihinde inşa ettikleri Rumelihisarı’nda, İstanbul’un fethi öncesinde bölgede ve hisardaki evlerde yaşamakta olan muhyî dervişlerin ibadet etmesi için cami yapılmıştı. 3 ay gibi kısa bir sürede her biri sanat harikası olan birbirinden âlâ burçlarıyla birlikte yapımı tamamlanan edilen Ortaçağ döneminin en görkemli ve sağlam askeri mimari yapısı olan Rumelihisarı, tüm vurdumduymazlığımıza rağmen altı asırdır Boğaz’ın en mutena yerinde dimdik ayakta duruyor.
Asırlar boyunca Boğazkesen, Ebu’l-Feth, Rumelihisarı Kale Camii ve Cuma Mescidi olarak da isimlendirilerek Hisar’ın içindeki inşa edilen Ebu’l Feth Camii 18’inci yüzyılın ortalarına kadar Rumelihisarı ve bölge halkının hizmetinde bulundu. Bundan yaklaşık 200 yıl önce üzerine bina edildiği Bizans sarnıcının çökmesi sebebiyle yıkılan camiden geriye minaresi kalmıştı…
30 dönümlük bir alana yerleştirilen Rumelihisarı birinci derece tarihi eser hüviyetini haiz. Rumelihisarı’nın içinde ahşaptan inşa edilen mahallede bundan 60 yıl öncesine kadar hayat sürülüyordu. Kaleiçi Mahallesi olarak bilinen tarihi evler 1953’te dönemin Cumhurbaşkanı Celal Bayar’ın emriyle kamulaştırılarak “restorasyondan” daha doğrusu “tarih kıyımı”ndan geçirilerek yıkıldı ve hisar böylelikle şimdiki halini aldı.
ANITLAR KURULU CAMİ YERİNE KONSER ALANI İSTEMİŞTİ!
2009 yılında Kültür ve Turizm Bakanlığı’na bağlı Anıtlar Kurulu tarihi ibadethaneye yönelik saygısız bir tasarrufta bulunmuştu. İstanbul 3. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu, Rumelihisarı’nda tarihi Boğazkesen Mescidi’nin yerinde bulunan platformda konser düzenlenmesine müsaade etmişti. Burada düzenlenen açık hava konserleri tarihi dokuya zarar verdi. Ebu’l-Feth Camii’nin minaresinin çepeçevre kuşatan alana büyükçe bir daire şeklinde konuşlandırılan beton oturma yerleri mihrap, minber ve kürsünün de yer aldığı ibadethanenin tam üzerine yapıldı. Çünkü kale yıkıldığı yerden yapılırdı, Fatih’in, Din-i Mübîn-i İslam’dan aldığı ışığı Bizans’ı işte tam bu noktadan fethetmişti. Ulubatlı’nın mızrağı işte tam bu mahalde Constantiniyye’nin kalbine saplanmıştı!
Fatih’in, Fethin kutlu askerlerinin ve medeniyetimizin değerlerinin neş’et ettiği Ebu’l-Feth Camii özellikle hedef seçilerek tahkir edildi. Ve buna cümle âlem uzun yıllar sessiz kaldı!
Çünkü Kurul, Boğazkesen Mescidi’nin kalıntıları üzerinde sahne kurularak konser verilmesinin, Rumelihisarı’nın toplumsal açıdan tanıtımı ve benimsenmesini sağlamak gibi bir amaca hizmet edeceği kanaatine varmıştı!
Anıtlar Kurulu böylelikle II. Mehmed’i İstanbul’u fethetmezden önce inşaatını başlattığı ve Asitane’nin fetihten sonra bu şehirde yapılan ilk cami olma özelliğini taşıyan Boğazkesen Camii’nin yerinde bulunan platformda sazlı-sözlü eğlencelerin düzenlenmesine onay vermiş oldu.
Hatırlanacağı üzere Sarıyer Belediyesi de Rumelihisarı Şehitlik Dergâhı’nın üzerinde bulunan Nispetiye Caddesi’ni Muhabbet Sokağı (Barlar Sokağı) kapsamında yenileyerek (!) şehitlik arazisinin üzerinde 11 barın açılmasına müsaade etmişti. Tarihe, geçmişimize, medeniyetimize ihanet üzerine ihanet!
TARİHİ CAMİYE KAST EDEN KURUL KARARI’NIN METNİ ŞÖYLE:
Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul 3. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu’nun, 6 Temmuz 2009 tarihli kararında, şu ifadelere yer verildi:
“Rumelihisarı’nda tarihi Boğazkesen Mescidi yerinde bulunan platform ve tiyatro alanının 2009 yılı sonuna kadar haftada maksimum 1 (bir) faaliyet ile sınırlandırılarak ve hiçbir şekilde aşılmamak, izleyici sayısını en fazla 1000 (Bin) ile sınırlamak kaydıyla tiyatro, stand-up, konferans, seminer, oda müziği (klasik müzik ve Türk sanat müziği) gösterileri için; yüksek güçlü ses düzeni kullanılmamak, izleyici hareketlerinden oluşan titreşimi en aza indirgeyecek önlemleri almak, tiyatro alanı dışında burç ve duvarlar üzerinde hiçbir izleyicinin bulundurulmamasına dikkat etmek ve yapıda ve tarihsel kalıntılara zarar verebilecek veya görünüşü engelleyebilecek afiş vb. elemanların kullanılmaması kaydıyla yukarıda belirtilen kültürel faaliyetlerin Rumelihisarı’nın toplumsal açıdan tanıtımı ve benimsenmesini sağlamak amacı ile (sınırlı süre ve izleyici için) gerçekleştirebileceğine (…) karar verildi.”
Bu kararda Kültür ve Turizm Bakanlığı İstanbul 3. Numaralı Kültür ve Tabiat Varlıklarını Koruma Bölge Kurulu Başkanı Binan Can, Kurul üyeleri Yusuf İzzettin Aydın, Semih Halil Emür, Yüksel Sayan, Mustafa Çakır, Şevket Cinbir, Kurul üyesi İstanbul Büyükşehir Belediye Temsilcisi Şule Savaş, Kurul üyesi Boğaziçi İmar Müdürlüğü Temsilcisi Yusuf Koç’un imzası bulunuyor. Bölge Kurulu Müdür Vekili Lalefer Duygan da, Kurul’un aldığı kararı onayladı.
Aynı Kurul, bilahare tarihi mescidin minaresinin, duvar ve sarnıç kalıntılarının mevcut durumları ile muhafaza edilmesine karar verirken, mescit I. grup kültür varlığı olarak tescil etti.
İSTANBUL BÜYÜKŞEHİR BELEDİYESİ RUMELİHİSARI’NDAKİ MESCİDİ İHYA EDİYOR
Kurulun kararının ardından İBB, Rumelihisarı’nda 18’inci yüzyılda yıkılan tarihi mescidin ihya edilmesine yönelik önemli bir projeye imza attı.
Koruma Kurulu’nun onayından geçen proje kapsamında tarihi mescidin yeniden ihya ve inşa edilmesi için 28 Mayıs 2013 tarihinde ruhsat alındı. Ardından da İBB ile İstanbul Kubbe Derneği arasında 6 Eylül 2013’de inşaat sözleşmesi yapıldı. Yapım işini İstanbul Kubbe Derneği üstlenirken, inşaat faaliyetleri geçtiğimiz yıl Haziran ayında başlandı.
Restorasyon projesi kapsamında Rumelihisarı’nda ilk olarak sarnıç duvarları ve derz yapımı tamamlandı. Ardından da sarnıç üzerindeki ahşap döşeme kirişleri yerleştirilerek, sarnıcın üst kotunda yer alan mescit ana duvarlarının inşasına başlandı. Mayıs 2015’te tamamlanması öngörülen mescit için açık hava tiyatrosunun olduğu alan saç levhalarla kapatıldı.
ENTELLER TARİHİ CAMİYE KARŞI!
İBB’nin ve Vakıflar’ın projelerinde danışman olarak yer alan pek çok mimar ve bilirkişi ne hikmetse Ebu’l-Feth Camii’ne karşı çıkıyor. Aynı çevreler Nafi Baba Tekkesi’nin 15 dönümlük mandıra arazisi üzerine Tarihi Eser ve Müze Restorasyon ruhsatıyla yapılmakta olan devasa Köşk’e hoşgörüyle yaklaşarak ses çıkarmamışlardı! Enteller, Fatih’in ve İstanbul’un fethinin hatırası olan tarihi mescidin yeniden imarına karşı, lakin, Ahmet Nazif Zorlu’nun Nafi Baba Tekkesi’nin 15 dönümlük mandıra arazisinin üzerine inşa ettiği devasa köşkü görmezden geldi!
Ebu’l-Feth Camii’in restorasyonunu “Rumelihisarı’nın konser ve sanatsal etkinliklerle talep gören, gezilip görülmesi gereken bir mekâna dönüşmesini gerekir” sözleriyle eleştiren mimar Sinan Genim, Cumhurbaşkanı’nın İstanbul’daki ikametgâhı olan Vahdettin Köşkü’ne imzasını atmış. İBB’nin desteğiyle temel taşları üzerinden yerinden imar ve inşa edilen Okçular Tekkesi’nin de mimarı olan Sinan Genim. Ebu’l-Feth Camii’ne muhalefet eden Sinan Usta’nın İBB’den aldığı ihaleleri görünce akıllara çayın taşıyla çayın kuşunun vurulması hikâyesi geliyor!
İSTANBUL’DA CAMİ YAPMAK ZOR ZANAAT
İstanbul’da cami yapmak ve tarihi camileri restore etmek zor zanaat! Ne demek istediğimi bihakkın kavrayabilmek için İstanbul’da tarih kıyımına sahne olan bir camiinin ihyasına talip olmak; yani Hoca Nasreddin’in deyimiyle “Ağaçtan düşmek” gerekli. Bir mesal verelim. Fatih Sultan Mehmet Köprüsü’nün yapımı sırasında bağlantı yollarında kalan Uçaksavar Camii 1985 yılında yıkılmış. Belediye, yıkılan camiye bedel olarak bölgede üç buçuk dönümlük bir cami arsası ayırmış. Gelgelelim, geride kalan 29 yılda cami arsasına cami yapmak hiç kimseye nasip olmamış… Söz konusu camii; Uçarsavar Camii’ni ihya etmek için 37 aydır uğraşıyoruz. Henüz çivi çakamadık.
Osmanlı’da kale/hisar mimarilerinde cami/mescid önemli bir yapı taşı. Rumelihisarı’nda olduğu gibi evlad-ı Fatihan diyarındaki kalelere de ecdadımız cami inşa etmiş. Bunlardan biri Tiran’daki Preze Kale Camii.
Kale Camii, Preze Kalesi içerisinde bulunuyor. Kale ve müştemilatı tamamlanıp da içinde içtimai hayat yaşanmaya başlanınca cami, kalenin sur duvarlarının üzerine inşa edilmiş… İbadethanenin, gönlü, fetih aşkıyla yanan imamı, akıncı cemaatine “Allah’u ekber” tekbirini getirerek ilk Cuma namazını kıldırdığında Miladi takvimin yaprakları 1547 yılını göstermektedir.
Preze Kalesi arkeolojik sit alanı… Cami, sit alanı içerisinde titiz bir çalışma ile yeniden ayağa kalkmış; Arnavut bürokratlar, dosyayı sümenaltı etmemiş, işi kolaylaştırmış ve ibadethane hizmete açılmış. Tiran’ın tiranları tiranlık yapmamış!
Haydi! Kolaysa, Rumelihisarı’nın içerisinde temelleri üzerine yıkılıp giden tarihi camii yeniden yapın bakalım!
ENTELLER CAMİDEN RAHATSIZ
Arkitera mimarlık portalına demeç veren mimarlar, sanat tarihçileri “Restorasyonun Altından Mescit Çıktı!” mülahazasıyla cami inşaatına muhalefet ediyor. Hisar’daki tarihi camiinin yeniden ihya ve inşa edilmesine karşı çıkan mimar ve restorasyon uzmanlarının İstanbul Büyükşehir Belediyesi’nin ve Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün işlerini almasıyla tanınıyor.
YAPILAN SAHTE BİR DEKORTAN İBARET OLACAKTIR
İTÜ Mimarlık Fakültesi öğretim üyesi Prof. Dr. Kutgün Eyüpgiller
Rekonstrüksiyon yeterli bilgi belgenin bulunması durumunda geçerli olabilecek bir koruma yöntemidir. Yeniden inşa edilmesi düşünülen yapının özgün durumunu ortaya koyan plan, proje, fotoğraf gibi görsellerin var olması durumunda kabul edilebilir. Özgün çevresel bağlamını kaybetmiş bir eserin yeniden inşası anlamlı olmayacaktır. Bunun aksi geçerli ise yapılan sahte bir dekordan ibaret olacaktır.
“HİSARA CAMİ POLİTİK YATIRIM”
Sanat tarihi uzmanı Prof. Dr. Zeynep Ahunbay
Yapılacak cami kuşkusuz yeni olacak ve burada ayakta duran Fatih dönemi yanında gıcır gıcır 21. yüzyıl eseri olduğunu belli edecektir. Aslında öncelik camide değil uzun zamandır bakımsız duran ve ziyaret edilmeyen burçlarda olmalıydı. Tarihi eserlere dini oldukları için öncelik vermek ve ihtiyaç olmadığı halde cami yapmak politik yatırım olarak görülüyor.
TİYATRO ALANINA CAMİ YAPMAK İDEOLOJİK
Mimarlık Tarihi Uzmanı Prof. Dr. Uğur Tanyeli
Buradaki mesele kamusal bir sanat alanını yok ederek mahallesi ve cemaati olmayan bir yere mescit yapmaya çalışmaktır. Mimarlık üzerinden ideolojik bir inatlaşma yaşanıyor. Hisardaki tiyatro alanı 50 yılı aşkın süredir sanatsal etkinlikler için kullanılıyordu. Kapısında bilet kesilen bir müzeye insanlar ibadet için mi gidecek? Rumeli Hisarı’nın birkaç adım ilerisinde 18. yüzyıldan kalma bir mescit varken, tiyatro alanına dini eser yapmak alenen ideolojik bir davranıştır.”
Sinan Genim (Mimar)
ÖNCELİK MESCİT ONARMAK OLMAMALI
Rumelihisarı’nın konser ve sanatsal etkinliklerle talep gören, gezilip görülmesi gereken bir mekâna dönüşmesini gerekir. Boğazkesen Mescidi 15 ve 16. yüzyıl kayıtlarında yer almakta. Yapının 18.yüzyılda yıkıldığı tahmin ediliyor. Ancak hisarın, duvarlarından otlar fışkırırken, bakımsızlık nedeniyle burçlarına çıkılamazken öncelik mescit onarmak mı olmalıdır?
URUMELİ’NDE CAMİ YAPTIRMAMAK
Bekir Cantemir (Harita Yüksek Mühendisi)
Restorasyon, restitüsyon ve renevasyon kavramları kaybolan tarihi ve kültürel mirasın korunması amacıyla üretilmiş kavram ve uygulamalardır. Bu kavramlar ve uygulamaların ülkemizde 100 yıllık bir tarihi geçmişi vardır. Ancak, ülkemizde sivil mimari eserlerimiz olan köşkler ve ahşap güzellikler, mal sahipleri tarafından ihtiyaçların değişmesi ve hayat tarzı değişimi üzerine rant kavgalarıyla tarihe gömülmüşlerdir. Bu sivil mimari eserlerin sahipleri Osmanlı dönemi elitlerinin çocuklarıdır. Bu aileler 1950’li yılların sonrasında güzelim şehri, merkezi İstanbul’u yok ederken çevrede oluşan gecekondulaşmadan rahatsız olarak kendilerini konumlandırmışlarıdır. İstanbul sadece dışarıdan gelenler tarafından tarumar edilmemiştir. İstanbul’un sivil mimari eserleri, bu kentin yerlileri eliyle yıkılmıştır.
1950 sonrası imar faaliyetlerinde ise İstanbul’u lastik tekerlek fethetmiştir. Demokrat Parti iktidarında Menderes eliyle İstanbul, modern ihtiyaçlar için yeniden biçimlendirilirken tarih ve estetik küçük bir azınlık dışında kimsenin ilgisini çekmemiştir. Bu yıllarda İstanbul’da yol yapım çalışmalarında birçok cami ve mescit yıkılmıştır. Bu yıkım kararlarını alan siyasi irade yanında bu yıkımı onaylayan birçok arkeolog ve sanat tarihçisi de görev almıştır.
Ülkemizdeki tarihi eserlerin korunması günümüzde daha çok dikkat çekmektedir. Ancak tarihi eser bir eviniz var ise Anıtlar Kurulu üzerinden projelerinizin onaylanması ve kurul kararlarına göre restorasyon yapmanız gerekmektedir. Kişilere ait tarihi eserlerde uygulanan prosedür sıradan kişileri tarihi eserlere uzak tutmaktadır. Örneğin evinizin banyosunun yerinin bile değişimi çoğu zaman Anıtlar Kurulu üyeleri tarafından reddedilmektedir.
Ayrıca konumuz olan Rumeli Hisarı’nda bulunan cami, Boğaziçi İmar Müdürlüğü sınırları içerisinde bulunmaktadır. Boğaziçi İmar Müdürlüğü sınırlarında bir parsel içerisinde tarihi değere sahip herhangi bir yapınız yok ise, bu parsel üzerine herhangi bir restorasyon yapamazsınız. Hatta Boğaziçi İmar Müdürlüğü sınırları içerisinde parseli olan kişiler bu parsellerinde eski bina olduğunu ortaya koymak için birçok çalışma yaparlar. Eski eser hukukunu bu şekilde işleten Anıtlar Kurulu üyeleri ve bunu akademik olarak ortaya koyan kişilerin Rumeli Hisarında, hisarın da inşasıyla yaşıt olan bir camii hakkındaki yorumları ibretliktir. Tabii ki cemaat kalmadığı için buranın kullanımı hakkında yorum yapılabilir. Ancak, eski eserin fonksiyon icrası tartışması başladığında bu tartışmanın gideceği yeri İstanbul için düşünmek bile istemiyorum.
Bu tartışmada cami savunucularını siyaset yapmakla suçlayanlar, kendilerinin siyasetini nötr göstermeye çalışmaktadırlar. Burası Osmanlı döneminde yapılmış bir kaledir ve kalenin içinde inşa edilen cami de bu yapının bir bütünüdür. Buradaki caminin inşası, tarihsel dokunun yeniden canlandırılması ve ihyası için karşı çıkanları da kuşatacak bir rahmet esintisi içermektedir.
RUMELİHİSARI EBU’L-FETH CAMİİ
Esra Yılmaz (Restorasyon Uzmanı Yüksek Mimar)
Asıl sorun tarihimize verdiğimiz önem ve hassasiyettir. Sadece mesele Rumelihisarı’nda cami inşası olmamalıdır. Asıl mesele atalarımızın bize miras bıraktığı eserlerimizi bizimde gelecek kuşaklara aktarmamız, doğru bir şekilde taşımamızdır.
İnşası 1452 yılına dayanan Rumelihisarı mimarisi, yapım süreci, kurgusu, yapım amacı ile mükemmel bir eserdir. Bununla birlikte Ebu’l-Feth Camii de hisarın vazgeçilmez değerlerindendir. Her iki eser de birbirinin içinde birbirinin tamamlayıcısıdır. “İstanbul’un fetih yolunda önemli bir rol üstelenen Rumelihisarı’nda, şehitlerimizin namaz kıldığı bu cami nasıl olur da belgeleri olmasına karşın ihya edilmemelidir!” kurgusu, anlaşılacak bir durum değildir ki sonunda camimizin restorasyonuna başlanılabilmiştir.
Bir eserin ziyaret edilmesi, çevresinin ve kendisinin canlanması şekillenmesi için illa bir konser alanı veya tiyatro sahnesi olması şart değildir. Ayrıca bu tip kullanımlar için o eserin taşıyıcı sistem özellikleri dikkate alınmalı, incelenmeli ve iyice irdelenmelidir. Eseri ayağa kaldıralım derken bu tip işlevler daha fazla esere zarar verebilmektedir. Tüm bunlar bir bütündür. Konser yeri ya da açık hava tiyatrosu olacak diye tarihi ve kültürel değeri bilinen bir başka eserimizin ihya edilmemesi mantık dışıdır.
Yazımın ilk paragrafında da belirttiğim gibi Rumelihisarı surları ile, burçları ile camisi ile bir bütündür. Gönül ister ki tümü ile bu kültür mirasımızın ayağa kaldırılması gerçekleşebilsin. Gönül ister ki hisarın üzerindeki ahşap külahlar da tekrar yapılsın, caminin önündeki şadırvan da ve geçmişimize ait tüm eserlerimiz de doğru ve düzgün bir şekilde restore edilsin.
RUMELİHİSARI’NA CAMİ
Mehmed Akif Köseoğlu (Kültür Tarihçisi)
Tarihî mekânların ve tarihî yapıların otantik hallerinde korunması veya tahrip olmuşsa yine otantik hallerine uygun olarak ihyası esastır. Tarihî yapıların muhafazasını ise nefes sağlar. Nefes ne kadar derinden ve samimî geliyorsa bina o kadar dayanıklı olur. İlk inşadan 1950’lere kadar bir mahalle olarak gelen Rumelihisarı’nın müze adı altında insansızlaştırılması en büyük hatalardandı. Rumelihisarı Mahallesi’nin merkezinde yer alan cami de büyük hasar görmüş dahi olsa mahalle ile birlikte yaşamayı sürdürdü. 19. yüzyıla ait resimlerden yapı üslûbunu ve yerini bildiğimiz caminin aslî hususiyetlerine uygun olarak ihya edilmesi gayet tabiidir. Bu çalışma kaçınılmaz olarak restorasyon değil; rekonstrüksiyon işlemidir.
Yıllar önce Topkapı Sarayı’nı ziyaretimde namaz kılmak için içeride –ne yazık ki- açık bir cami bulamamıştım. Hâlbuki Sarayın faaliyet gösterdiği dönemde en az 3 cami mevcuttu. Son gidişimde ise saatler süren gezime Sofa Camii’nde mola vermiş ve ibadete açıldığını görüp ferahlamıştım.
Eğer Rumelihisarı açık hava müzesi olarak kullanılmaya devam edilecekse gelen ziyaretçiler için de –Müslümanların beş vakit namaz kılması zarureti düşünüldüğünde- cami en tabii ihtiyaçlardan olacaktır. Bir başka açıdan bakıldığında ise otantik halinde cami olduğu belli olan bir alanın konser sahnesi olarak kullanılması mensubu olduğu toplumun değerlerine tezat teşkil eden bir yaklaşımdır.
HİSAR’DA EZAN SESİ
Mehmed Doğan Bayın (Kültür Tarihçisi)
Rumeli Hisarı’ndaki yıkık, harabe halinde duran caminin yeniden inşasını duyduğumda, “Yaşasın artık hisarda ezan sesi olacak diyerek çok mutlu olmuştum. Malum bu eser, Fatih Sultan Mehmed Han vakfından Cuma Mescidi’dir. Ekrem Hakkı Ayverdi Beyefendi’nin yazısına göre; bu cami kalenin bir parçası Ve Boğaziçi’nde kurulan ilk Türk mahallesinin esasıdır.
Burası Fethin sembolü bir mekânıdır. İlk mahallemiz de burasıdır. Geleneklerimize uygun olarak da bir mescid yapılmıştır.Bizim kültürümüzün zaviyesi budur.
Nasıl ki İstanbul surlar içinde bir şehir ise burası da sanki küçük bir İstanbul’dur. Fethin başladığı nokta burasıdır ve merkezinde mescid vardır.
Şimdi bu mescid yeniden yapılıyor ama burada müze var namaz kılınır mı? ihtiyaç var mı? Mescid varsa mutlaka namaz kılacaklar olacaktır ama her şeyin ötesinde burası sıradan bir mabed değildir. Fethin ruhunu taşıyan bir merkezdir ve bir vakıf eseridir, bizlere emanettir. Bizler gerekli mi gereksiz mi tartışmasını bir kenara bırakalım da, bu mescid klasik mimarimize uygun mu olacak onun kaygısı içinde olalım. Açıkçası Salıpazarı’ndaki Süheyl Bey Camii’nin başına gelenler burada da yaşanır mı diye epey korkmuştum.
Ayrıca, bölgedeki Şehidlik ve Şehidlik Dergahı’na da mutlaka dikkat etmemiz gerekmektedir. Bir oldu bittiyle ruhundan koparılmış bir hale gelmemelidir. Buradaki şehidlerimiz Fatih Sultan Mehmed Han’ın bizlere emanetidir.
Yıllardan 1452… Fatih Sultan Mehmet Han’ın bir rüyası var, âlemlere rahmet olarak yaratılan alemlerin ve Yaradan’ın sevgilisi Hz. Muhammed’in (s.a.v) “İstanbul’u feth eden, ordu, kumandan ne güzel kumandan; o ordu ne güzel ordudur!” hadisinde ki övgüye mazhar olmak ve peygamberimizin güzel kumandanı olabilmek için Fatih 20 yaşında bu büyük hayalini gerçekleştirmek için 1452’de Hocası Akşemseddin, Seyyid Mahmud Bedrettin ve nice büyük şahsiyetlerle Rumelihisarı’nı askerler, ermeni taş ustalarıyla birlikte 139 gün gibi kısa bir sürede inşa etmiştir.
İstanbul’un Fetih başlangıcının; nişan hazırlığının yapıldığı bu yerde, nişan merasimi için surların içine bir camii yapıldı. Bu camide padişahla birlikte vezirler ve askerler secde ederek ve dua ederek İstanbul’la Osmanlı ordusu nişan yüzüklerini taktılar. Bu anlamlı yapıya önce “Kale Camii” deniyor, sonra ”Sultan Mehmed Mescidi” olarak anılıyor. Sultan II. Mehmed’e “Fatihlerin babası anlamında Ebu’l Feth denilince, Ebu’l-Feth camii adını alıyor.
Bu cami, İstanbul’la ilk nişan yapan kumandanın mührüdür. İstanbul’a ilk yapılan İslam mabedidir. Bu anlamlı yapı doğal afetlere karşı durabilmiş ancak beşer-i insanın şerrinden kendini koruyamamıştır. Camii’nin son kalıntıları, hisar mahallesiyle birlikte 1953 yılında dönemin cumhurbaşkanı Celal Bayar tarafından kamulaştırılarak yıkılmış, bu anlamlı eserimizin günümüzde minaresi kalmış, caminin zemini, oraya yapılan anfi tiyatronun sahne zemini olarak yıllarca kullanılmıştır. Bir zamanlar bu zeminde alnı secdeye varanların yerine aynı zeminde dans ve eğlenen insanlar yıllarca bu zeminde ecdadın ve bizlerin gönüllerini zedelemişlerdir.
Nihayet İstanbul Büyükşehir Belediye Başkanı Kadir Topbaş’ın talimatıyla bu camiinin rölöve restitüsyon ve rekonstrüksiyon projeleri 2013 yılında koruma kurulundan onaylanmış ve 2015 Mayıs ayında açılması hedeflenmektedir. Maalesef mimarlık camiasında hatırı sayılır dediğimiz müstesna şahsiyetler(!) bu anlamlı eserimizi ayağa kaldırmanın iyi bir fikir olmadığından hareketle (!) önce surların onarılması gerektiği gibi bana göre sudan sebeplerle tarihi ibadethanenin yerli yerine konmasına karşı çıkmışlardır. Bu savları, caminin yeniden yapılması, surların onarılmayacağı anlamına mı geliyor anlayabilmiş değilim. Elbette surlar da onarılacak, kezâ surların onarım projeleri hazırlandığını ve ilgili yerlerden onay beklemekte olduğunu biliyoruz. Rumelihisarı’nda surlar da onarılacak!, camide ayağa kalkacak! Hatta içinde bulunan sivil mimarlık örneklerinden nitelikli olanlarının rekonstrüksiyonu da yapılacaktır.
İstanbul’da kaybolan eserlerimizi ayağa kaldırmaya çalıştığımız bu dönemlerde gönül ister ki tüm meslektaşlarım müspet katkı sağlasınlar; sağlasınlar ki bu dönemde hızla yapılan restorasyonlar ve rekonstrüksiyonlar en az hatayla tamamlansın. Ne yazık ki bu iyi niyetli çalışmaların devamlı eksik ve kusurları üzerinden yorum yapılması ve bu yorumların kemikleşmesi esere uzman katkılarını uzaklaştırmakta ve katkı sağlamak isteyen uzmanları da ötekileştiren bir durumla karşı karşıya bırakmaktadır.
Elbette eserlerimizi onarırken ya da ayağa kaldırırken rekonstrüksiyona ve restorasyona veri sağlayacak anlaşılabilir belge, resim vb. donelerin olması eseri ihya ederken yapının elemanları hakkında görsel ve yazılı bilgiler ışığında yapılmalıdır. Aksi takdirde yapılan yapılara doğruyu söyletemeyiz, yanlış konuşan ve anlatan yapılardan sahte bilgiler alınmaktansa hiç almamayı açıkçası tercih ederim. Şükür ki bu yapımızın görsel ve yazılı birçok belgesi bulunmakta bu belgeler ışığında İstanbul’a yapılan ilk mabedimiz ayağa kalkmaktadır.
Bu çalışmada katkı sağlayan tüm meslektaşlarımı ve bürokratları kutluyor, kendilerine teşekkürü İstanbullu Müslüman bir mimar olarak borç biliyorum.
RUMELİHİSARI KONSER ALANI DEĞİLDİR
Doç. Dr. Süleyman Berk (Hattat-Öğretim Üyesi)
Tarihi yapılarda aslolan orijinal şeklin muhafazasıdır. Burada bir yapı varsa bunun ibkâsı gerekir. Burada, “Önce şu yapılmalıydı bu yapılmalıydı” gibi polemiklere girmek ne derece doğrudur, bilemem! Üstelik zamanında bir ibadet mekânı olan yerde konser vs. tertiplemek de hiç yakışık almamaktadır. Kaldı ki burası bir konser alanı da değildir!
Restorasyonda mescide öncelik verilmesine karşı çıkılmasını anlamak mümkün değil! “Türk entelijansiyası batının ileri karakoludur” diyen Cemil Meriç’e rahmet olsun. Mescidin ihya kararını alanları tebrik ediyorum.
RUMELİHİSARI CAMİİ
Dr. Talip Mert (Marmara Üniversitesi Öğretim Üyesi)
Rumeli Hisarı Cami-i Şerifi yapılsın mı, yapılmasın mı? Bu meseleye hangi açıdan bakmalı? Veya hangi gözle bakmalı? Çünkü bu suallere verilecek müspet bir cevap bizim cami, mescid, ezan, Kur’an… gibi bu toprağın olmazsa olmaz değerleriyle barışamayanların, bu değerlerle bir türlü alışamayanların iyiden iyiye uykusunu kaçıracaktır. Çünkü bu zümrenin “Namazda gözleri olmadığı için ezana da kulak vermezler.” Verenlerden de pek hoşlanmazlar. Her tür ve cinsten düşünce, fikir ve faaliyetlere son derece saygılı olan, saygıda kusur etmeyen (!) bu zevat elektrik devri olan devrimizde mum ışığını bile aratacak kadar aydınlıktan ve aydın düşünceden uzaktadırlar. Bu insanlar İslâm ve İslâm’a dair bir şey duyunca bunları birden bire hafakanlar basar, buhrana düşerler. Meselâ orada Bizans’tan kalma bir lahit veya herhangi bir eserin kalıntısı var diye kazılar yapılsa ve bir kaç parke taşı veya kaldırım taşı çıksa da orası korumaya alınsa hepsi bir anda saygı duruşuna geçerler. Ne konser, ne sinema ve de herhangi bir sanat faaliyeti akıllarına gelmez. Onlar için tarih, kültür ve sanat İslâmî bir kimlik taşımadığı sürece tarihtir, sanattır ve kültürdür. Bugünlerde basında yer alan ve Budist mabedi isteyen bir Budist’e destek vermek bunlar için medeni bir görevdir. Ve bu işi seve seve de yaparlar. Sümela Manastırı’nın, Ahtamar Kilisesi’nin, Edirne’de bir sinagogun ibadete açılması bu zümreyi şâd eder, keyiflendirir. Eğer konu mabet ise bu mabet mutlaka cami dışında bir mabet olmalıdır. Kat’iyyen cami olmamalıdır.
2012’de Marmaray hizmete girdi. Bu tesisin normal şartlarda 2008’de bitmesi gerekirdi. Arkeolojik kazı adı altında dört sene bu hizmet geciktirildi. Peki ne çıktı? Karun’un hazinesi mi? Üzerine maddî değer takdir edilemeyen İskender lahdi mi? Eski Mısır’ın Nefertiti veya kâtip heykeli mi? Çıkanlar ortada. 21 tane insan iskeleti, birkaç tane kayık iskeleti, 8-10 tane bakır para, 8000 sene önceki adamların ayak izleri. Bir yılda 50 milyon insanın yararlandığı bu tesisten 200 milyon insanın yararlanması gerekirdi. Bir taraftan çıkan bu iskeletleri, paraları müzayedeye koysak diğer taraftan 150 milyon insanın ödeyeceği ücretleri hesap etsek ortaya ne çıkar? Benim matematiğim oldum olası zayıftır, ben bu hesabı yapamam. Yapanlar bir zahmet bu hesabın sonucunu bana da bildirsinler. Bu işin bir tarafı.
Geçelim işin diğer tarafına: Bu kazılardan bir Osmanlı cami kitabesi çıksaydı. Mesela üzerindeki tarihten de İstanbul’da ilk yapılan camilerden biri olduğu, biraz da okkalıca bir eser olduğu anlaşılsaydı ve imarı cihetine gidilseydi ne olurdu? Olacak Hz. Yunus’un ifadesiyle aynen şuydu:
Yerden göğe küp yığsalar/Tepesine dek çıksalar
Sonra bir tekme vursalar/Ne hoş olur gümbürtüsü.
Bu memlekette 1927 tarihli ve 1057 sayılı kanunla ortadan kaldırılan levhalar, kitabeler, nice sanat eserleri vardır. Bunlar hakkında bu zevatın hangisi ne yazmıştır? Daha da vahimi bu sanatseverlerin kaç tanesi kanunla böyle bir kıyımın yapıldığından haberdardır? Peki şu anda bu kıyımı duysalar tepkileri ne olacaktır? Koskocaman bir hiç. Hem de en celî hatla ve devâsa ebatta yazılmış bir hiç. Onlar için böyle bir kanun haktır ve doğrudur. Sanata ve sanat eserlerine karşı bir kıyım ve katliâm değildir. Yeryüzünde böylesine abes ötesi bir kanunun çıkarılmasından, hukuk tarihine geçirilmesinden de ayrıca bir rahatsızlık duyacaklarını şahsen düşünmüyorum.
2015 yılının Mart ayı, arkasında dehşetli bir acı bırakarak gitti. Görev başında bir savcı çok aşağı seviyeden bir muameleye maruz bırakılarak şehid edildi. Bu milletin yüreğine kor basıldı, basılan kor az geldi. Üstüne bir de tuz biber ekildi. Ve bu dehşet karşısında sesi çıkmayan, bıyık altından gülen, bu vahşeti kınamak nezaketini dahi gösteremeyenler oldu. Hatta ve hatta savcıyı suçlu bulanlar (!) bile vardı. Bunu yapanlar kim dersiniz?
ENTELLERİN ÜZERLERİNDEKİ ZIRH PATİSKAYA DÖNDÜ
Benim kanaat-ı âcizaneme göre bunu yapanlar Rumeli Hisarı camiine “hayır, istemezük” diyenlerin tâ kendileridir. Bu milletin de artık bu seslere tahammülü yoktur. Bunlar İstanbul’un Osmanlılarca işgal edildiğine (!) candan, gönülden inanan tek hücreli amip gibi basit mahlûklardır. Bu milletin uzun tarihinde “kısa bir devir” bunları allayıp, pullayıp bu milletin karşısına “aydın” olarak çıkardı. Çıkarmanın ötesinde âdeta dayattı. Bu ışıktan mahrum aydınlar şu anda bu imtiyazlarını bırakmak istemiyorlar, açıkça böyle bir niyetleri yok. Ama Allah’a şükür her geçen gün etrafları biraz daha fazla boşalıyor. Allah’ın nuru daha fazla yayılıyor. “Cenaze namazı, kurban derisi, zekât fitre toplamak dışında” İslâmî hiçbir şeye hayat tanımak istemeyen devletin onlara giydirdiği çelik zırhları da son senelerde âdeta patiskaya döndü. Kendilerini semirtip geliştirenlerin devri ise kapandı. Tabuları yıkıldı. Bunlar son bir gayretle “eski geleneklerimizi acaba nasıl sürdürebiliriz?” sualine cevap bulma çabası içerisindeler. Ama bu çaba boş bir çabadır. Ve bu seslerin de gök kubbede bir baykuş sesinden öte bir kıymet-i harbiyesi yoktur. Çünkü gök kubbede bülbül sesi, kanarya sesi, saka sesi… Baaki kalır. Daha da ötesinde Kur’an, ezan, zikir, tekbir ve tesbih sesleri baaki kalır. Çözüm için son söz:
Her şeye rağmen bu cami-i şerif yapılmalı. Ezan-ı Muhammedî 29 Mayıs 1453’teki heyecana eş bir sadakat, samimiyet ve Davudî bir letâfetle tekrar gök kubbeyi doldurmalı.
‘Camın kaygan zemini ve cam boyasının akıcı bir kıvamda olması işimizi daha da zorlaştırdı. Biz hattatlar için aharlı kâğıda yazmak tabi ki daha rahat oluyor.’
Anadolu ustalarının el ve göz nurlarının ürünü camaltı sanatı ürünleri geçmişte olduğu gibi gününüzde de duvarlarımızı tezyin etmeye devam ediyor. Daha çok dini mimari tezyinatında kullanılan camaltı sanatı stilize çiçeklerden şahmeran tasvirlerine; Zülfikar betimlemelerinden Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn yazılarına kadar oldukça geniş temalar üzerinden sanat sevdalılarına camın müşfik yüzüyle selam veriyor.
Günümüzde son ustalarının elinde hayatiyetini sürdüren camaltı sanatı üzerine, Manastır İshak Çelebi Camii’nin Çihâr-ı Yâr-ı Güzîn yazıları özelinde Bursalı hattat Feride Ateştepe Altun ile görüştük.
MANASTIR İSHAK ÇELEBİ CAMİİ
İshak Çelebi Camii Manastır’ın merkezine Miladi 1506-1507 yıllarında şehrin kadısı İshak Çelebi tarafından inşa ettirilmiş. Osmanlı dini mimarisinin klasik özelliklerini haiz olan ibadethane tarih boyunca birçok kez onarım görmüş. Osmanlı camileri, Türkiye’deki örnekleri gibi Avrupa’da da külliye şeklinde inşa edilmiş. İshak Çelebi Camii, daha doğrusu külliyesi vaktiyle medrese, zaviye, mektep ve kütüphaneden teşekkül etmiş. Günümüze devasa külliyeden sadece miras olarak kalabilmiş. Tarihi cami şu anda TİKA’nın destekleriyle restore ediliyor.
29 Mayıs 2015 tarihinde hizmete açılması planlanan cami kare plana sahip ve tek kubbe ile örtülü. İç tezyinatında 19. yüzyıla ait kalem işi tekniğinde stilize çiçek motifleri kullanılmış.
Feride Hanım önce sanatı, hattı sorayım. Hüsn-i hatla birlikteliğiniz nasıl başladı? Hocanız kimdir?
Hüsn-i hat sanatına 2009 yılında hocam Hattat Mahmut ŞAHİN’den rika, sülüs ve nesih dersleri alarak başladım. 2012 yılında icazet almaya hak kazandım. 2014 yılında Kültür Bakanlığı sanatçısı ünvanını aldım. Halen hocamdan talik dersleri almaktayım. Sanat çalışmalarımı üyesi olduğum Şabaniye Tekkesi Bab-ı Nun Gelenekli Sanatlar ve Kültür Derneği’nde sürdürüyorum.
CAMİ VE MESCİDLERE FİSEBİLİLLAH ESER HAZIRLIYORLAR
Şu anda neler yapıyorsunuz?
Atölyemizde hocamızın gözetiminde hattat arkadaşlarımla birlikte sergi projelerimizi yürütüyoruz. Ayrıca camilere, tekkelere ve özel koleksiyonlara eserler hazırlıyoruz.
Şabaniye Tekkesi dediniz… Şabaniye Tekkesi’nin Bursa’da öz sanatlarımıza yönelik ne gibi bir misyona sahip?
2011 yılında Büyükşehir Belediyesi tarafından derneğimize tahsis edilen bu tarihi mekanda hat, tezhip, ebru ve musiki dersleri verilmektedir. Son yıllarda geleneksel sanatlara olan ilgi oldukça arttı. Bu durum güzel bir gelişme gibi görünse de maalesef birçok sorunu da beraberinde getirmektedir. İşin ehli olmayan kişilerin elinde bu sanatlar yanlış noktalar gitme tehlikesiyle karşı karşıya. Şabaniye Tekkesi’nde klasik sanatlarımızın hepsi alanlarında usta olan hocalar tarafından geleneksel yöntemlerle öğretilmektedir.
Manastır İshak Çelebi Camii’nin yazı takımlarını cam altı tekniği ile hazırladınız? Camaltı tekniği hakkında bilgi verir misiniz?
Camaltı sanatı, Osmanlı Devleti’nden günümüze kadar gelmiş geleneksel sanatlarımızdan biridir. Camaltı tekniğinin en önemli özelliği eserin camın arka yüzüne tersten yapılıyor olmasıdır.
HÜSN-İ HAT İLE CAMALTI ARASINDA ÇOK FARK VAR
Hüsn-i hat daha çok kâğıt zeminlerin üzerinde tatbik ediliyor. Burada cam üzerine çalıştınız? Kâğıt üzerinde çalışmakla cam üzerinde çalışma arasında ne gibi farklılıklar/benzerlikler var?
Manastır İshak Çelebi Camii cihar-ı yar-i güzîn yazılarını camaltı tekniğinde hazırladık. İki sanat arasında çok fark var. Yazıyı tersten yazmak çok zor oldu. Camın kaygan zemini ve cam boyasının akıcı bir kıvamda olması işimizi daha da zorlaştırdı. Biz hattatlar için aharlı kâğıda yazmak tabi ki daha rahat oluyor.
Şabaniye’de pek çok camiinin yazılarının el ve gönül birlikteliğiyle fisebilillah hazırlandığını biliyoruz. Kolektif bir çalışmaya imza attınız. İshak Çelebi Camii’nin yazılarına kimlerin eli değdi? Ne kadar zamanda camaltı çalışmaları tamamlandı?
Camaltı yazılarını altı hanım hattat ve bir müzehhib arkadaşımla birlikte hazırladık. Talia Sonsaat, Beytinaz Kükrek, Nurşen Karahasanoğiu, Elif Yeşilırmak, Semra Güler ve Müzehhib Elif Birkan ile yoğun bir çalışma sonucunda yazıları bir hafta içinde tamamladık. Hepsine ayrı ayrı teşekkür ederim.
Bir camaltı yazısının camın kesilmesinden boya alımına, tasarımından duvar levhası haline gelinceye kadar geçirdiği serüveni anlatır mısınız?
Türk İşbirliği ve Koordinasyon Ajansı Birliği’nden (TİKA) Erhan Uludağ Beyefendi hocam Mahmut Şahin aracılığıyla bizimle irtibata geçti. Biz de cami yazılarına olan hassasiyetimizden ötürü seve seve yazacağımızı kendilerine bildirdik. Öncelikle yazıların orijinallerine yakın olması için elimizden geldiğince çaba gösterdik. Mevcut eserlerin renkleri solmuş ve camları kırılmıştı. Bulduğumuz zemin renginin orijinal rengine yakın olabileceğini düşündük. Camlarımızı orijinal ölçülerde kestirdikten sonra, geriye yazma işi kaldı ve özverili, güzel ve zevkli bir ekip çalışmasıyla eserleri tamamladık.
HÜSN-İ HAT İSLÂM ALEMİNİ BİRLEŞTİREN UNSURLARDAN BİRİDİR
Son olarak okuyucularımıza öz sanatlarımıza dair neler söylemek/Bursa’dan nasıl bir mesaj iletmek istersiniz?
Hüsn-i Hat sanatı İslam âlemini birleştiren, birbirine bağlayan bir unsurdur. Nereye gitseniz, nereye dönseniz tanıdıktır. Hüsn-i hat Kur’an-ı Kerim’in manadaki kadar görsel güzelliğini de ortaya çıkarır. Biz de geleneksel sanatlarımızı yeni nesillere sevdirmenin, üstadlardan gelen zincire halka olmanın gayreti içindeyiz. Bursa Osmanlı Devleti’nin dibacesi… Ulu Cami ise gözlerin gönüllerin bayram ettiği bir mekân… Bu ruhaniyetli şehirde İslam sanatlarını devam ettirme gayreti içinde olmanın şükrünü eda etmeye çalışıyoruz.
Havagazı Fabrikasının Tarihçesi:
19. yy’ın ikinci yarısında ticaret hacmindeki hızlı büyümeyle birlikte, İzmir’in sanayi
yaşantısında da önemli gelişmeler olduğu bilinmektedir. Bu dönemde İplik Fabrikası,
Havagazı Fabrikası, Su Fabrikası gibi büyük sanayi işletmeleri açılmıştır. Havagazı
fabrikasının inşaatına 1862 yılında başlanır. 1900’lü yılların başında elektrik
kullanımı daha ucuz alternatif olarak ortaya çıkınca, havagazının yalnızca mutfakta
kullanılmas› gündeme gelmiş ve havagazı ile aydınlatma terk edilmiştir. Cumhuriyet
döneminde yabancı şirketlerin imtiyazları uzatılmadığından tesis belediyeye devredilmiş
ve havagazının mutfaklarda kullanımı uzun süre devam etmiştir.
İbrahim Ethem Gören, şehir plancısı ve restorasyon uzmanı Erhan Uludağ ile Nalçacı Halil Dergâhı özelinde tarihi eser restorasyonu üzerine bir söyleşi yaptı
Osmanlı tekkeleri ve tekkelerde neşvü neva bulan kültür, Osmanlı medeniyetinin muhafaza edilmesinde, nesilden nesile aktarılmasında, ilim ve tasavvuf geleneğinin aslî mahiyetine uygun bir şekilde sürdürülmesinde önemli misyon üstlenmiş. Bu bağlamda Üsküdar’daki Nalçacı Halil Dergâhı da 1900’lü yılların başına kadar Ümmet-i Muhammed’e hizmet eden bir müessese ve irfan mektebi olarak hayatiyetini sürdürmüş. Bir Halveti-Şabani Dergâhı olan Nalçacı Halil Tekkesi 100 yıllık bir fasılanın ardından yeniden ihya edilerek 2 Mart Cuma günü Cuma namazında tekrar hizmete açıldı… Tekkenin restorasyon projesini eşi, mimar Sevilay Uludağ’la birlikte hayata geçiren şehir plancısı ve restorasyon uzmanı Erhan Uludağ ile Nalçacı Halil Dergâhı özelinde tarihi eser restorasyonu üzerine sohbet ettik…
İbrahim Ethem Gören: Nalçacı Halil Dergâhı’ndan hikâyesini anlatır mısınız? Nalçacı Halil kimdir, Dergâh hangi tarihlerde hizmete girmiş ve kaç yıl cemiyete ve cemaate hizmet etmiştir?
Günümüze ulaşamayan tekkenin haziresi Üsküdar’da Tabaklar Mahallesinin (eski İnadiye/İcadiye semti) Nalçacı Hasan[1] Sokağı’ndadır. Tekke, Halvetî tarikatine mensup olan Mudurnulu Nalçacı Şeyh Halil Efendi tarafından kurulmuş ve bu sebeple onun adını almıştır. 4. postnişîn Şeyh Mehmed Tulû’î Efendi’den dolayı (v. 1170/1756-7) Tulû’î Efendi Dergâhı[2] adıyla da anılmaktadır. Ayvansarayî’ye göre, buranın diğer bir adı ise Pâr Tekyesidir ve Halil Efendi Antalya’da meskûn Vehhab Ümmî’nin müridlerindendir.[3] Diğer bir belgeye göre onun şeyhi, silsilesi Abdülvehhab Efendi ve Tâlib Ümmî Efendi ile Halvetiyye tarikatinin Ahmediyye kolunun kurucusu Şeyh Ahmed Şemseddin Yiğitbaşı’ya (v. 910/1504) ulaşan Armağan Ramazan Efendidir.[4] Halil Efendi’nin vefat tarihini Ayvansarayî burada bulunduğunu belirttiği mezar taşına göre 1040 (1630-1)[5], Zâkir Şükrî ise 1068 (1657-8)[6] olarak verir. Sözü edilen mezartaşı bugün mevcut değildir; kabir yeri de bilinmemektedir.
Zaman içinde harap olan dergâh 1874 yılında tamir ettirilmiş, bu sırada Nalçacı Şeyh Halil Efendi’nin kabri üzerine bir türbe inşa edilmiştir.[7]
1914–1919 yılları arasında hazırlanan “Alman Mavileri” haritalarında tekke binalarının mevcut olduğu görülmektedir. Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün 1924 yılında yaptırmış olduğu tespit çalışmasında Nalçacı Tekkesi’nin “mâmur” durumda olduğu belirtilmiştir. Ancak 1931 tarihli 57 nolu Pervititch paftasında yalnızca türbenin ve minarenin ayakta kaldığı görülmekte, diğer kısımların ise harabe olarak nitelendirildiği belirtilmektedir. 1940’larda halen varlığını sürdürmekte olan Nalçacı Halil Efendi Türbesi de bu tarihlerden sonra yıkıma uğramış ve ortadan kalkmıştır. Dergâhtan günümüze hazire dışında hiçbir şey ulaşamamıştır.
Tekke her ne kadar Nalçacı Halil Efendi tarafından yaptırılmış olsa da, tekkenin manevi bütünlüğü açısından Bosnavî Mehmet Tevfik Efendi’nin kabrinin burada bulunmasının ayrı bir önemi vardır.
Bereketli Preze Ovası’nın üzerine manevi bir gerdanlık gibi asılı bulunan Kale Camii’nin kesme taştan yapılmış minaresi altı asırdır Arnavutluk Müslümanlarını tevhide; namaza, arınmaya davet ediyor.
İbrahim Ethem Gören
Preze Kale Camii, TİKA’nın desteğiyle yeniden ihya edildi. Preze’nin en mutena yerinde muhkem bir kalenin içerisinde tecdiden inşa edilen camiinin tarihi duvarlarında cennetmekân imamlarının sesleri yankı buluyor: Hû, hû!
İmam Efendi sabah namazında “Lâ taknatû min rahmetullahi…/Allah’ın rahmetinden ümidinizi kesmeyiniz…” ayet-i celîlesini kıraat ederken hemen arkasında duran Habib Aga’nın kirpikleri gözyaşlarını taşıyamaz oluyor…
Preze Camii, Arnavutluk’ta Tarihi Preze Kalesi’nin içerisinde inşa edilmiş… Kaleiçi camileri Osmanlı Cihan Devleti’nde eski bir gelenek… Rumelihisarı’nın içerisinde de kale komutanının, muhafızların, tabiri caizse küçük bir garnizonun barınması için ahşap evlerden müteşekkil mütevazı bir mahalle ile birlikte cami ve mühimmat depoları inşa edildiği tarih meraklılarının malumudur.
Akşemseddin Hazretleri’nin rahle ortağı, Osmanlı akıncılarının reislerinden Şeyh Bedreddin Mahmud (ks) Hazretleri’nin evlatları, silah ve zikir arkadaşları Konstantiniyye’nin fethinin manevi hazırlıklarını Rumelihisarı’nda yapmışlardı…
Rumelihisarı’na bin kilometre öteden içli selâmlar gönderen Preze Kale mahallesinden geriye geçtiğimiz günlerde ayağa kaldırılan cami ile birlikte elli üç basamakla çıkılan taş bir kule, hâlihazırda kıraathane olarak kullanılan bir kale burcu ile birlikte yıkık-dökük sur duvarları kalmış…
Bundan tam 563 yıl önce Rumelihisarı burçlarına çıkarak öteleri; ötelerin ötesini gözetleyen akıncılar, boğazının erguvan rahiyasını koklarken, 469 yıl önce Preze Kalesi’nin burçlarına çıkan akıncılar Adriyatik denizinin temiz havasını teneffüs edip ilay-ı kelimetullah rüyasını görüyorlardı… Son cümlede ‘İla-yı kelimetullah’ı yaşıyorlardı’ mı demeliydik acaba!
Kale Camii, Preze Kalesi içerisinde bulunuyor. Kale ve müştemilatı tamamlanıp da içinde içtimai hayat yaşanmaya başlanınca cami, kalenin sur duvarlarının üzerine inşa edilmiş… İbadethanenin, gönlü, fetih aşkıyla yanan imamı, akıncı cemaatine “Allah’u ekber” tekbirini getirerek ilk Cuma namazını kıldırdığında Miladi takvimin yaprakları 1547 yılını göstermektedir.
Preze Kalesi arkeolojik sit alanı… Cami, sit alanı içerisinde titiz bir çalışma ile yeniden ayağa kalkmış; Arnavut bürokratlar, dosyayı sümenaltı etmemiş, işi kolaylaştırmış ve ibadethane hizmete açılmış.
Haydi! Kolaysa, Rumelihisarı’nın içerisinde temelleri üzerine yıkılıp giden tarihi camii yeniden yapın bakalım! Arnavutluk’taki tarihi sit alanı örneğini bir yana bırakın Boğaziçi arka etkileşim alanında yer alan ve 27 yıl önce FSM Köprüsü’nün bağlantı yolları üzerinde kaldığı için yıkılan Uçaksavar Camii’ne bedel olarak tahsis edilen İBB’ye ait 3 buçuk dönümlük ibadethane alanına cami yapmak için tam 24 aydır ruhsat alınamıyor. Her neyse, bu husus bahs-i ahar!
Tiran’a 19 Nisan 2014 Cumartesi günü Kruja Murad Bey Camii’in açılışına gitmeye niyet etmiştik. Açılış, hizmetinde bulunduğum vakfın Özgün İyi Yönetim Uygulamaları Forumu IBPF2104 etkinliğiyle aynı güne tevafuk edince bu niyetimiz gerçekleşemedi. Ardından, Preze Kale Camii’nin açılışına gitmeyi kararlaştırdık. 14 Mayıs Çarşamba günü gerçekleştirilecek olan açılışı Başbakan Recep Tayyip Erdoğan yapacaktı. 13 Mayıs Salı günü Soma faciası yaşanınca Başbakan tüm programlarıyla birlikte Arnavutluk ziyaretini de iptal etti. “Hayırlı bir iştir, madem niyet ettik, gidelim” mülahazasıyla Arnavutluk yoluna revan olduk. Açılıştan birkaç gün önce Türkiye’den pek çok kişinin Tiran’a geldiğini müşahede ettik.
TİKA’nın güvenilir çözüm ortağı Erhan Uludağ arkadaşımız bizi havalimanında karşıladı. Uluslararası Tiran Havalimanı’ndan Tarihi Preze Kalesi’ne giden yol boyunca asılan pek çok Türk bayrağını ve flamayı Başbakan ve beraberindeki heyetin yolunu gözler vaziyette bulduk.
Otelde kahvaltı yaptıktan sonra ateist Arnavut rejiminin “Tiran’a nostalji katsın” mülahazasıyla şehir merkezinde yıkmadığı tek cami olan Edhem Bey Camii’ni ziyaret edeip iki rekat namaz kıldık; cemaatle ve camiinin cümle kapısında dini eserler satan Müslim Aga’yla hasbıhal ettik. Agamız bize 2014 yılında Tiran’da inşaatına başlanması planlanıp da henüz icra-i faaliyet sahasına giremeyen Kalender Camii’nin maket fotoğraflarını gösterdi.
Sonrasında Preze’nin yoluna koyulduk… Preze, Tiran’a 25 kilometre mesafede bulunan tarihi bir kasaba… Yağmur, içten içe yağıp dururken şehir merkezinden yavaş yavaş uzaklaşarak Trakya kasabalarını birbirine bağlayan mütevazı yollara benzer güzergâhlardan geçerek, etrafı bol ağaçlarla kaplı uzunca bir yokuşu tırmanmaya başladık.
Yaklaşık yarım saatlik bir yolculuğun ardından Preze Kalesi’ne vardık. 30 bin nüfuslu bir kasaba burası… Preze Kalesi, tüm şehre; bir adım öte bölgeye hâkim olan yüksek ve stratejik tepeye konumlandırılmış.
Preze’de nesiller boyunca derebeyleri yaşamış… 15. asırda kendilerine komşuluk yapmaya gelen Türk aileler, derebeyleri tarafından hüsn-ü kabul görmüş. Osmanlı Cihan Devleti’nin serdengeçti akıncılarının; öncü muhyî Türk dervişlerinin güzel yaşantısına imrenen pek çok Balkan ahalisi ile birlikte söz konusu bölgenin derebeyleri de kendiliğinden Müslüman olmuş… Netice itibarıyla kalpler Allah’ın elinde…
Kale Camii, ihtida eden Arnavut derebeyleri ve akıncılar tarafından Preze Kalesi içerisinde konumlandırılmış. Kalenin yapımı tamamlanıp da içinde içtimai hayat yaşanmaya başlayınca cami, kalenin sur duvarlarının üzerine inşa edilmiş. İbadethanenin, gönlü fetih aşkıyla yanan imam-ı evveli, akıncı cemaatine “Allah’u ekber” tekbirini getirerek ilk Cuma namazını kıldırdığında Miladi takvimin yaprakları 1547 yılını göstermektedir.
Preze Kalesi’ne vardığımızda cami açılışı için tüm hazırlıkları tamamlanmış, çadırları kurulmuş, Türk ve Arnavut bayraklarını yan yana dizilmiş bulduk. Kısmetten ötesi olmuyor. Bir köy ahalisine yetecek büyüklükteki döner ve sair ikramı malzemesi program iptal edilince Tiran’da Kur’an kurslarında kalan talebelerin nasibi oldu.
Camiye girdiğimde minberin hemen önünde Habib Aga’yı gördüm. Zikirle meşguldü, Hucurat Suresi’nin mealini okuyordu. Sure-i celîlenin 13’üncü ayetinde geçen “li teârefû” emrine imtisalen tanıştık, hasbıhal ettik… Preze köyü sakinlerinden Habib Aga’nın yüzünde topyekûn İslami hayatın yaşandığı memleketlere olan hasretin ifadesini görmek kâbildi. Birbirimize hasretle sarıldık… Daüssıla kokulu bir hissiyatla kucaklaştık.
Cami için birkaç paragraf açalım… İbadethane kale sur duvarlarının üzerine inşa edilmiş. Kale kapısının yenilenmesi sırasında kale ve camiye giriş, dışarıya eklenen bir dış avludan sağlanmış. Kale ziyaretçilerini tuğla kemerli taç kapı karşılıyor. Bu kapıdan önce tonozlu bir mekâna giriliyor, daha sonra kale içinden taş basamaklarla cami girişine ulaşılıyor. Kale ve dolayısıyla cami eğimli bir arazi üzerine bina edilmiş.
1547 yılında yapılan cami özgün dikdörtgen plan şemasını koruyor. Mihrap nişi oldukça saded. Sur duvarları mihrap duvarından seki şeklinde görülüyor. Harime, mihrap duvarında üç adet, batı duvarında, iki tanesi alt kotta iki tanesi üst kotta olmak üzere dört adet, giriş cephesinde ise altı adet olmak üzere toplam 13 pencere açılıyor… Caminin duvarları moloz taşlardan örülmüş.
Kale, sur duvarları üzerine inşa edildiğinden duvar kalınlıkları yer yer 40 cm. ile 135 cm. arasında değişiyor. Çatı örtüsü ahşap. Minareye harimden açılan ahşap bir kapı ile ulaşılıyor. Literatür araştırmaları minareye sur duvarı üzerinden açılan bir kapı ile ulaşıldığını belirtiliyor olsa da biz böyle bir kapı görmedik. Günümüzde bu izler yapılan onarımlar sonucu kaybolup gitmiş olmalı.
Tarihi eser restorasyonu gurusu Erhan Uludağ ile camide yaptığımız mülakatta eser hakkında edindiğim efradını cami ayarını mani malumatı arz etmekte fayda var… Camii ele alındığında kullanılamaz vaziyetteymiş. Sıvalar sökülmüş, duvarlardaki ahşap hatıllar çürümüş. Tüm duvarlardaki ahşap hatılları yenilenmiş. Pencerelerin üst kotunda çatıya kadar olan kısmın harç özelliği kaybolmuş.
Bunlar sökülüp ahşap lentoları yenilenmiş, duvarlar tekrar örülmüş. Çatının tavan kısmı kontraplak kaplıymış. Kontra plak tabakası kaldırılınca çatının ahşap kısmının iyi vaziyette olmadığı görülmüş. Böylelikle çatı sökülerek komple yenilenme kararı alınmış. Yeni bir çatı projesi revize edilip uygulama yapılmış. 1970’li yıllarda yıktırılan minarenin hikâyesini birazdan arz edeceğim. Minarenin zemine oturduğu kısma beton enjeksiyonu yapılmış. Duvardaki boşlukları kapatılmış. Tiran ve civarında uygun taş bulunamayınca minarenin taşı İstanbul’dan getirilmiş. Minare, klasik Osmanlı usulü ile küfeki taşından inşa edilmiş. Camiinin iç zemininde düzensiz bir beton varmış. Beton tesviye edilip üzerine ahşap döşeme yapılarak Kayseri’den halı getirilmiş. Yerden ısıtma sistemi kurulmuş. Kalemişi tezyinatı yeni bir proje dâhilinde tatbik edilmiş.
Camiide üç mihrap bulunuyor. Preze kalesi sakinleri evvelemirde küçük bir cami inşa etmiş. Maddi durumları elverince artan cemaat da düşünülerek cami biraz daha genişletilince ibadethaneye bir mihrap daha eklenmiş. Sonrasında camiinin biraz daha büyütülme ihtiyacı gündeme gelip inşaat alanı genişletilince cami üçünü mihrabına kavuşmuş. Üç mihraplı camide namaz kılmak nasip oldu…
Camideki yazılarda Hamid Hoca’nın; Hüseyin Kutlu Hoca’nın neşesi; bu satırların yazarının da ufak bir katkısı var. Erhan Uludağ kardeşimiz yazı talep edince Hattat Mahmut Şahin arkadaşımıza müracaat ettim. “Yazının lafı mı olur İbrahim Ağabey, talebelerimle birlikte tüm yazıları fisebilillah yazarız biiznillah” dedi. Öyle de oldu… Camideki yazıları Hattat Mahmut Şahin üstadımız ve talebesi Taliha Sonsaat Hanımefendi fisebilillah yazdı…
Taliha Sonsaat’in kaleminden neş’et eden cihar-ı yârı güzîn takımları Preze Camii’nde durdukça cemaat, Osmanlı hat sanatının deryasından huzur dolu meltem esintileri hissedecek. Başını, bir nolu mihraba doğru kaldıran Besim Aga, mihrabın hemen üzerindeki ketebesiz Mahmut Şahin yazısındaki güzel gözlü “he”lerin içerisine girerek Şeyh Hamdullah, Ahmed Karahisari zamanlarına; Medreset’ül-Hattâtîn sıralarına gidecektir.
Camiinin kesme taştan inşa edilen minaresinin hikâyesi için de büyükçe bir paragraf açalım. Hocalığı sadece adından mülhem olan, Arnavutluk’a ilk ateist devlet sıfatını kazandıran Enver Hoca, ahaliye camilerin yıkılması emrini verir. Preze sakinleri kraldan çok kralcı; Enver’den çok Enver’cidir!
Ahaliden bazıları “Devletin imkânlarıyla yıkılmasın, bu işi biz görürüz” diyerek camiyi kullanılamaz hale getirir. Yıkım ekibi, Adriyatik denizinden gelip geçen gemilerin bronz âlemini gördüğü camiinin minaresini yıkmak için de paçaları sıvar! Buraya, “Dereyi görmeden paçaları sıvamak iyi değildir” notunu düşelim. Demir halatlarla zapturapt altına alınan minare traktörlerle öteye beriye çekiştirilmeye başlanır.
Allah’ın nuru ağızla söndürülebilir mi? Horasan harcında ihlâs bulunan Osmanlı taş minaresi “ha “ayret!” denilince yıkılabilir mi? Ne kadar uğraşsalar da minare bir türlü yıkılmaz. Epey bir müddet daha çabaladıktan sonra yıkım için ilave traktörler ve kamyonlar dereye girer. Bu esnada minare büyük bir gürültüyle yıkım ekibinin üzerine devrilir. Kimisi ölür, kimisi sakat kalır… Bilahare yıkım ekibinin sağlıklı, gürbüz çocukları aniden ölür.
Geçtiğimiz aylarda minare yıkıldığı yerden tekrar yükselmeye başlayınca yıkım ekibinden hayatta olanlar arz ettiğimiz vakıayı bin bir özür temennileri ve yardım talepleriyle birlikte Erhan Uludağ kardeşimize anlatır.
Akıncı beyinin ilk oku besmeleyle atması; ilk serdengeçtinin kapısı hafifçe aralanan bir kaleden içeriye Fetih Suresi’ni okuyarak girmesi ne ise Avrupa’da; Balkanlarda tarihi bir eserin, camiinin, medresenin tecdiden ihya ve inşa edilmesi de odur.
Akıncı ecdadımız gaza niyetine yola çıkar, kılıcını kınından gaza niyetine çıkarır, okunu “Ya Hakk” nidasıyla gaza niyetine nasıl attıysa gaza niyetine, tertemiz bir kalemle yazılan hat eserlerinin de öylece Dergâh-ı İzzet de hüsnü kabule mazhar olması ümit edilir.
Atina’yı, Tiran’ı, Üsküb’ü, Saraybosna’yı yol edinmek mühim; çok mühim… Türlü meşakkatlere katlanarak, atadan, anadan, yârdan, yârandan geçip at sırtında bin bir türlü lojistik sıkıntılara göğüs gererek İslâm’ın kutlu nefesini uzaklara, ihtiyaç duyulan yerlere taşımak çok önemli… Yârdan da önemli, atadan ve anadan da…
Preze Kale Camii’nin restore edilerek Arnavutluk Müslümanlarının hizmetine sunulması akıncı beylerinin bundan 500 küsur yıl önce Avrupa kapılarına dayanma sebebiyle aynı ruhu taşımaktadır.
Mevlâ Teâlâ, halis niyetli kullarına zaman içinde zaman halk eder. Osmanlı’nın Avrupa’ya Balkanlara bu kadar çok ve nitelikli eser armağan etmesi, alalâde değil; şakirâne iftihar edilecek, sanatkârane eserler bırakması ancak böyle bir terkiple izah edilebilir.
Preze Kale Camii’nde tüm serhat boyu cami cemaatlerinin ortak nabzı, tekbir sedalarıyla atıyor.
Son kelâmı, üstad Necip Fazıl Kısakürek’in hasret ve ümit burcunda yazdığı Sakarya Türküsü’yle bağlayalım…
Sondevir yazarı İbrahim Ethem Gören, 10 gün önce Arnavutluk’a tarihi Preze Kale Camii’nin açılışı vesilesiyle gittiği Nisan ayında açılışı yapılan Kruja Kale Camii’ni de ziyaret ederek orada Kruja Müftüsü Agim Terzi ile mülakat yaptı.
Kruja, Arnavutluk’un başkenti Tiran’a 30 km. mesafede bulunan eski bir yerleşim birimi… Osmanlı medeniyetinin izlerini yoğun olarak taşımakta olan Kruja kasabası ve Kruja Kalesi, Fatih Sultan Mehmed Han’ın Balkanlarda kuşatıp da alamadığı ilk kale/belde olma özelliğine sahip… Fatih’ten sonra Osmanlı topraklarına katılan kasabanın ismi Akçahisar olarak değiştirilmiş.
Kruja ovasına hâkim oldukça yüksek bir tepe üzerine inşa edilen kalede Mimari 1533 tarihinde Murad Bey tarafından cami inşa edilmiş. Uzun yıllar Tiran Müslümanlarının hizmetinde bulunan cami 1970’li yılların başında dönemin Devlet Başkanı Enver Hoca tarafından kapatılmış… TİKA’nın destekleriyle restore edilerek 19 Nisan 2014 Cumartesi günü hizmete açılan Kruja Murad Bey Camii’nde Edirne ve Bursa camileri gibi Osmanlı mimari sanatının naif izlerini taşıyor…
Yine TİKA tarafından yakın zaman önce restorasyonu tamamlanan Preze Kale Camii’ni ziyaret maksadıyla yaptığımız Tiran seyahatimizde Kruja Murad Bey Camii önemli uğraklarımızdan biri olmuştu…
(…)
Klasik Osmanlı mimarisiyle 481 yıl önce inşa edilen Kruja Murad Bey Camii’nde tahiyyet’ül-mescid namazına niyet edip abdest almak için şadırvanın naif kurnasını çevirdiğimde su şırıltısıyla birlikte bir ses daha işittim: “İsterseniz abdestinizi içeride lavaboda alabilirsiniz. Şadırvanın su gideri kanala bağlanmadığı için abdest suları camiinin bahçesinden akıp gidiyor…”
(Camiinin restoratörü, TİKA’nın müteahhidi Erhan Uludağ arkadaşımıza meseleyi niçin çözmediğini sorduğumda Türkiye’deki bazı bürokratlar gibi bazı Arnavut makam sahiplerinin de kendilerine dört dörtlük bir plan sunmalarına rağmen tarihi camiinin su gideri projesine onay vermediklerini belirtti.)
Belirtilen yerde abdestimi alıp muhatabımın yanına vardığımda “Herhalde biz bu camiinin imamı olmalısınız” dediğimde aldığım cevap “Ben Kruja Müftüsüyüm” oldu… Ve böylelikle Kruja Müftüsü Agim Terzi ile hasbıhalimiz başlamış oldu… Sohbetimiz tarihi camiinin bahçesinde, son cemaat yerinde ve içinde devam etti.
KRUJA MÜFTÜSÜ AGİM TERZİ TÜRKİYE’DE 8 YIL DİNİ EĞİTİM GÖRMÜŞ
Kruja “Kruya” şeklinde telaffuz ediliyor. Mülakatın bir yerinde kasabanın ismini yazıldığı gibi “Kruja” şeklinde telaffuz ettiğim de hocaefendi “Kruya’ya Kruja deme!” diye uyardı.
Tiran’ın en mutena ilçelerinden biri olan Kruja müftüsünün Agim Terzi oldukça akıcı bir şekilde Türkçe konuşuyor. Müftü Terzi Türkiye’de sekiz yıl geçirmiş, dini eğitimini Türkiye’de tamamlamış.
“Soyadım “Terziu” şeklinde yazılıp okunuyor ama sizin “Terzi” demeniz kâfidir” diyen Müftü Efendi’nin hikâyesine gelince…
HAKİKİ İLİM, İSLÂMİ İLİMLERDİR
Şu anda Suk(th)vendas’ta ikamet etmekte olan 83 yaşındaki emekli imam babası, Tiran’da Ziraat Mühendisliği tahsili gören oğlu Agim’e içten gelen bir temenniyle “Dünya fani… Hakiki ilim, hikmet ve mana içeren İslâmi ilimlerdir. Ziraat Mühendisliğini bırakıp da İslâmi ilimlere yönelsen ne güzel olur evladım…” der…
Baba öğüdü. Tavsiyesi önemli… Tiran Üniversitesi Ziraat Mühendisliği Fakültesi ikinci sınıfta okuyan Agim Terzi işte babasının bu minval üzere olan isteğini yerine getirmek için “Bismillah” der: Vira bismillah.
Suk(th)vendaslı Agim, İslâmi ilimleri en iyi öğrenebileceği yerin Türkiye olduğuna kanaat getirdikten sonra babasının elini öperek 1994 yılında gurbet yoluna, İstanbul’a revan olur… Tıpkı bir asır önce Tiran’dan, Elbasan’dan, Silistre’den, Üsküp’ten ilim erbabının yüksek tahsil için Fatih ve Sahn-ı Semân medreselerine gidiyor olması misali henüz yirmili yaşların başında olan Agim, Asitane’nin yolunu tutar.
Agim Terzi, -bilahare İstanbul Müftülüğü görevinde de bulunacak olan Selahattin Kaya Hocaefendi’nin idareciliğini yaptığı- Ünalan’daki Kur’an-ı Kerim kursunda bir yıl boyunca temel İslami ilimleri tahsil eder, Türkçesini geliştirir. Daha sonra, Yabancı Öğrenci Sınavı YÖS’e girerek Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazanır. Kısa sürede Konya iklimine alışır, yeni bir Türkiye şehrindeki yeni arkadaşlarına adapte olur… Agim Terzi’nin Mevlana şehrinde ilahiyat lisans eğitimini tamamladığında takvimin yaprakları 2000 yılını göstermektedir.
İlahiyat eğitimi yönünde iyi bir karar verdiğini düşünen Agim Terzi, dini eğitimini derinleştirmek için yüksek lisans yapmaya karar verir… Ailesinin de rızasını aldıktan sonra girdiği ilk yüksek lisans sınavında Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’ni kazanır. Bursa’da İslâmi ilimlere yönelik tetebbuatını geliştirirken diğer yandan arkadaş çevresini de genişletir. İlahiyat yüksek lisans eğitiminin ardından memleketi Arnavutluk’a dönen Agim Terzi dört camide imamlık yaptıktan sona Kruja müftülüğüne tayin edilir. Phormet, Drums ve Kurbin Terzi Hoca’nın Arnavutluk’ta mihrabına durduğu camilerin bulunduğu ilçelerin ismi…
Hocamıza “Türkiye size ne kattı?” sualimi yönelttiğimde aldığım cevap şöyle oldu?
“Hamdolsun Türkiye’de çok iyi bir ilahiyat eğitimi aldım. Dolayısıyla İslâm dini adına bildiklerimin büyük bölümünü Türkiye’de öğrendim. Selçuk Üniversitesi’nde kaliteli bir ilahiyat eğitim sistemi var. Ayrıca Konya gibi bir şehirde üniversite tahsili yapıp güzel bir İslâmi ortam içinde bulunarak Türkiye’nin ictimai hayatını gözlemledim. Bunun üzerine Bursa tecrübesi de oldukça iyi geldi.”
Bursa’yla Konya’yı kıyaslar mısınız?
“Konya’da İslamiyet’in daha güzel yaşandığını söyleyebilirim. Bursa’da hiç yabancılık çekmedim. Orada çok Arnavut var. Arnavut hemşehrilerimizle hemhâl olduk…”
Agim Hoca, Bursa’daki Arnavut hemşehrilerinden söz edince bir soru daha iletmek vacip oldu!
ARNAVUTLARDA MİLLİYETÇİLİK ASABİYESİ GELİŞMİŞ DURUMDA
Arnavutlarda milliyetçilik asabiyesi oldukça gelişmiş. Bunu hemen her yerde, mekanda görmek/gözlemlemek mümkün… 100 kişiyi Tiran Uluslararası Hava Limanı’na indiren uçaktan iner inmez pasaport kontrolü sırasına girdiğinizde 40 Arnavut vatandaşı için 4 kontrol görevlisi; 60 kadar yabancı ülke vatandaşı içinse sadece bir görevli tahsis ediliyor olmasını bu cümleye dahil edebiliriz.
Hemen her mahalde, sokakta birçok evin, işyerinin duvarlarında/üzerinde Arnavut bayrakları da bu tesitsimizi kuvvetlendiren görseller olarak karşımızda duruyor.
ASLINI İNKAN EDEN BİZDEN DEĞİLDİR
Konuyla ilgili olarak Agim Hoca’ya “Arnavutlar biraz fazla milliyetçi herhalde!” dedim… Hocamız şu cümlelerle mukabelede bulundu: “Türkiye milliyetçi değil mi? Her halkta belirgin bir şekilde milliyetçik unsurları göze çarpar. Dolayısıyla bu damar Arnavutlarda da mevcuttur. Lakin bizim milliyetçiliğimiz İslâm’a uygun bir milliyetçiliktir. Kur’an-ı Kerim’de de bu türden bir milliyetçilik kabul görür. Efendimiz Muhammed Mustafa (sav) “Aslını inkâr eden bizden değildir” buyurmuştur. Dolayısıyla biz hiçbir zaman aslımızı inkâr etmeyiz.”
KRUJA’DA 8 ÖĞRENCİYE SIBYAN HİZMETİ VERİLİYOR
Kruja Müftüsü Agim Hoca’ya cemaatine yönelik irşad hizmetlerini; özellikle çocuklara dair neler yaptıklarını sordum. “Şu anda Murad Bey Camii’nin müftülük makamı müştemilatının hemen girişindeki küçük mekânda (eliyle işaret edip ders mahallini gösteriyor) 8 talebeye sıbyan hizmeti veriyoruz. Çocuklarımız henüz ortaokul çağında.
Neler öğretiyorsunuz?
Hanefi fıkhını öğretiyoruz. Fıkıh çok önemli, çocuklar ibadetlerimizin usul ve erkânını öğreniyor böylece. Ayrıca Kuran-ı Kerîm okumasını öğretiyoruz.
Siyer-i Nebi’ye dair neler okuyorsunuz?
Siyer-i Nebi’ye de mutlaka sıra gelecek ama öncelik olarak akaidi öğretiyoruz. Dinin; imanın, İslâm’ın esaslarını öncelikli olarak öğretme, anlatma gayretinde bulunuyoruz.
Cemaatiniz ne kadar?
Vakit namazlarında 20-30 kişi geliyor. Cuma namazlarında 100 kişi geliyor. Bayram namazları sebil oluyor; camiimizin içi dışı, avlusu her yer dolup taşıyor elhamdülillah.
Camii’nin geçtiğimiz ay düzenlenen açılışı nasıl oldu?
“Çok güzel oldu elhamdülillah… Camiinin içinde-dışında, çevresinde adım atacak yer kalmadı. Bakanımız Emrullah İşler Bey geldi… Şu gördüğünüz levhayı hediye etti.”
Agim Hoca, Bakan Bey’in Kruja Murad Bey Camii’ne hediye ettiği HattatMehmet Özçay’ın altın yaldız baskı Besmele levhasını orijinal zannediyormuş. Orijinal yazıların nasıl olduğunu caminin cihar-ı yâr-i güzîn levhalarına ketebe koyan Hattat Mahmut Şahin’in talebesi Gaziantepli Hattat Erkan Bakım’ın eserleri özelinde izah ettim. İbadethanede Eskişehirli Hattat Emre Özdemir’in de celi sülüs bir yazısı bulunuyor.
BEKTAŞÎLİK ARNAVUTLUK’TA BÜYÜK BİR PROBLEM ALANI…
İçinden tasavvuf neşesi ile namaz ve İslâm’ın sair emir ve yasakları çıkartılan Bektaşîlik, Arnavutluk’ta AB desteğiyle yeni bir dini inanış; bir adım öte İslâm dinine karşı alternatif bir din olarak pazarlanıyor.
AB misyonerlerinin her türlü maddi desteğini alan nevzuhur Bektaşilik anlayışı, günden güne artan misyonerlik çalışmalarıyla birlikte nüfusunun yüzde yetmişi Müslüman olan Arnavutlukta önemli bir problem alanı olarak hacim, güç ve taraftar kazanıyor.
Agim Hoca’ya “En büyük sıkıntınız nedir?” sualini yönelttiğimde “Bektaşîlik” dedi ve ekledi. “Arnavutluk’ta Bektaşiler büyük sorun…
Neden?
Burada Bektaşilik problem. Bektaşîlerle mücadele halindeyiz. Vakit namazı bırakın, Cuma ve Bayram namazlarına dahi gelmiyorlar. Namaz olmadan olur mu? Bektaşilerde bozulmuş Şia inancı var.
Bu dine hizmet ediyor olmak bizatihi mutluluk kaynağıdır.
TİRAN CAMİLERİ GÜN BOYU MÜSLAMÜNLARIN HİZMETİNE AÇIK
Tiran ziyaretimizde Kruja Murad Bey Camii ile birlikte Preze Kale Camii’ni ve Edhem Bey Camii’ni de ziyaret etme fırsatı bulduk. Vakit namazı kıldığımız camiler gün boyu ibadete açık tutuluyor. Üç camide de namaz aralarında Arnavutluk Müslümanlarını namaz, Kur’an-ı Kerim tilaveti ve zikirle meşgul bulduk.
Tiran Edhem Bey Camii’nin girişinde dini kitaplar satan Müslim Bey’le hasbıhal ettik. Müslim Bey, 2014 yılında inşa edilmesi planlanıp da bir türlü inşaatına başlanamayan Kalender Camii’nin temel atma törenini büyük bir iştiyakla bekliyor.
Preze Kale Camii’nde Hucurât Suresi’nin tefsirini okurken görüştüğümüz Habib Aga Türkiye Müslümanlarına selâmlar iletti…
Ensar isimli delikanlıyla da Kruja Murad Bey Camii’nde iki namaz vaktinde sohbet ettik. Arnavutların milli kahramanı İskender Bey Lisesi’nde tahsil gören Ensar’ın evi Murad Bey Camii’ne bir hayli uzak olmasına rağmen sabah namazı da dâhil olmak üzere vakit namazlar için Murad Bey Camiinin yoluna koyuluyormuş.
Camiinin inşa sürecinde de bir cemaat olarak elinden gelen yardımı yapan Ensar, yiğit bir delikanlı… Lise ikinci sınıfta okumakta olan Ensar’la ilk olarak öğle namazı vaktinde hasbıhal etmiştik. İkindi namazı için tarihi camiye geldiğimizde imam efendinin hemen arkasında saf tutmuş olarak bulduk. Osmanlı medeniyetinin Kruja’daki son temsilcilerinden biri o…
Yazımızı Kruja Müftüsü Agim Terzi’ye yönelttiğimiz “Arnavutluk’ta imamet görevinde bulunuyor olmak halet-i ruhiyenize nasıl yansıyor?” sorumuza aldığımız cevap ile nihayete erdirelim:
“Burada Dîn-i Mübîn-i İslâm’a hizmet edebiliyorsak ne mutlu bize.”
Notlar:
Kruja Murad Bey Camii’nin restorasyon hikayesini Dünya Bizim’in aşağıdaki linkinde okuyabilirsiniz.